Dünyanın Çatlağı

Vox’da Sean Illing, The Meritocracy Trap kitabının yazarı Daniel Markovits ile bir söyleşi yapmış. Bence günümüzün bütün sosyolojik ve politik fay hatlarının haritasını, bu söyleşiden yola çıkarak çıkarabiliriz.
Anladığımız kadarıyla Yale Hukuk profesörü Markovits kitapta, (a) toplumlarımızın meritokratik olduğu –yani kişilerin toplumsal hiyerarşideki pozisyonunun kendi yetenek ve becerilerine endeksli olduğu– iddiasının çok da geçerli olmadığını ve (b) mevcut halin, bu halden istifade eden seçkinler de dâhil kimse için iyi olmadığını iddia etmiş.
Markovits’in dayanağı büyük ölçüde ABD eğitim sistemine dair kendi gözlemleri ve istatistikler –ama mesele size/bize de hiç yabancı bir şey değil. ABD’nin seçkin üniversitelerine ancak kendileri de seçkin üniversitelerden mezun olmuş olan varlıklı elitlerin çocuklarının girebildiğinden hareketle, mevcut sistemin varlığı gelecek nesillere aktaracak şekilde işlediğini tespit ediyor.
Önce tespiti gözden geçirelim: Yanlış hatırlamıyorsam 1984 yılıydı, MEB için birkaç araştırma yapmıştım. Biri Okuldışı Eğitim Pazarı, bir başkası ise Anadolu Liseleri araştırmalarıydı.
İlkinde ailelerin çocuklarının eğitimi amacıyla dershane, özel okul ve özel ders için harcadıkları kaynakları araştırmıştım ve beni şok eden neticelere ulaşmıştım. Mesela aylık gelirinin dörtte üçünü çocuklarının özel okul harcaması için ayıran aileler vardı. Aynı harcamalar, takdir edersiniz ki, başka ailelerin gelirlerinin yüzde birini bile bulmuyordu. Her iki oran da, elbette, toplumun iki ucunu temsil ediyordu ama daha makul sayılabilecek oranlardan da görülüyordu ki eğitim için hunharca bir yarış vardı. Ne için? Toplumdaki sınırlı sayıdaki pozisyon için. Ve… Adı üstünde yarış. Sizin daha çok harcayıp çocuğunuza daha çok yatırım yapmanız yeterli değil, başkalarının çocuklarını geçmesi –demek ki sizin harcama konusunda başka ebeveynleri geçmeniz– gerekiyor. Bir skor için mücadele etmiyorsunuz yani, sıralamada bir derece için mücadele ediyorsunuz.
İkinci araştırmada ise şunu görmüştüm: Benim İzmir Kolejinin (şimdiki Bornova Anadolu Lisesinin) orta bölümünü bitirmemin üzerinden henüz 15 yıl geçmemişti ama çağ nüfusu içinde Anadolu Liselerinde okuyanların oranı on mislinden fazla artmıştı. Buna mukabil alt sınıfların Anadolu Liselerine erişimleri daralmıştı. Yani benim okuduğum dönemde, diyelim her yüz öğrenciden otuzu yoksul işçi çocukları idiyse, 1984’e geldiğimizde yüz öğrenci bin öğrenci olmuş ancak yoksul öğrencilerin sayısı yirmiye düşmüştü.
Yani?
Markovits’in gözlemlerine sonuna kadar katılıyorum. Evet, eğitim sistemleri, hızla meritokratik karakterlerini kaybettiler, giderek yeni bir aristokrasinin ana rahmi halini aldılar. Gördüğüm kadarıyla hâlâ orta sınıf açısından en erişilebilir seçkin üniversite olan ODTÜ’nün öğrenci profilinde bile, zamanla gözle görülür bir kayma gerçekleşti.
Markovits’in gözlemlerinden bir başkasına daha katılıyorum. Almanya’dakinden farklı olarak ABD’de eğitim sisteminin üstünlük ürettiğini ileri sürüyor. Almanya’da eğitim sisteminin amacı, Markovits’e göre, her kişiyi, yapılmaya değer herhangi bir işi iyi bir biçimde yapabilecek şekilde donatmak iken, ABD’de eğitim sisteminin amacı, herkesi, bir şeyi başkalarından daha iyi yapacak şekilde eğitmek. O yapılacak şeyin toplum açısından bir kıymeti olup olmaması sistemi ilgilendirmiyor. Yani sistem, esasen, sadece bir hiyerarşi üretiyor.
Benzer tespitleri Türkiye için de yapabiliriz. Türkiye’de eğitim sisteminin belki de biricik fonksiyonu hiyerarşi üretmek. ODTÜ mesela, ağırlıklı olarak mühendis üretiyor ve fakat Türkiye’de mühendis ihtiyacı son derece düşük. Çünkü Türkiye, inşaat mühendisliği gibi birkaç branş hariç hemen bütün branşlarda, teknolojiyi ithal ederken mühendislik hizmetini de ithal etmiş oluyor. Ama zaten kimse ODTÜ’de mühendislik eğitimi talep ederken de mühendislik becerisini talep etmiyor. Biliyor ki ODTÜ mezunu mühendis oldu muydu, yöneticilik yapacak. Neticede ODTÜ, esasen ve neredeyse sadece, toplumsal hiyerarşide bir üst basamak vadediyor ve onu üretiyor.
ODTÜ’nün bu işi ODTÜ’ye giriş bütün sosyal katmanlara az çok açık olduğunda yapıyor olması, teorik olarak, toplumu sağaltıcı bir şeydi. Ancak pratikte öyle işlemedi. Daha önce defalarca değindiğim gibi, Türkiye’nin elitleri mesela doğru dürüst gazete yapmayı beceremediler ama ülkedeki başkalarından daha iyi gazete yaptıkları varsayımıyla kendi pozisyonlarını korudular. Pozisyonlarını korumak, giderek, başkalarının gazete yapmasını imkânsızlaştırarak ancak mümkün olmaya başladı. Daha doğrusu bunun mümkün olması için medya sektörünü çarpıttılar. Neticede sadece doğru dürüst gazetesi olmayan bir toplum olmaktan çıkıp, doğru dürüst bir gazete yapılması imkânsız bir toplum olmaya evrildik. ODTÜ mezunları kendilerini, ODTÜ kurulmadan çok önce kurumsallaşmış bu yapının içinde buldular ve ODTÜ mezunu olarak bu yapıya kolaylıkla adapte oldular.
ODTÜ’ye giriş sınıfsallaştıkça, durumun vahameti arttı. En azından iki sebeple. Birincisi, ODTÜ mezunları zaten belirli bir havuzdan gelmeye başladı ve o havuzun toplumu temsil kabiliyeti sınırlıydı. Dolayısıyla ODTÜ mezunları ülkenin gerçekliği hakkında giderek daha az bilgi sahibi olarak mezun olmaya başladılar. Öte yandan, toplumun geniş kesimleri için hiyerarşi merdiveninde belirli basamaklara çıkmanın imkânsız olduğu kanaati pekişti.
Yukarıdaki örnekleri ODTÜ üzerinden veriyorum, çünkü ODTÜ mezunuyum. “Eremediği ete mundar diyor” durumuna düşmek istemiyorum. Ama öte yandan da, Bilkent, Koç, Sabancı filan gibi yeni nesil seçkinci üniversiteleri bir tarafa bırakırsak, sözünü ettiğimiz mevzulardan konuşurken zikredilmeye değer üç üniversitesi bir fakültesi vardı Türkiye’nin: İTÜ, Boğaziçi, Mülkiye ve ODTÜ. İTÜ’nün ve Boğaziçi’nin sosyolojik olarak ODTÜ’den hafifçe farklı olduklarını düşünüyorum, biri bir yana, diğeri öte yana çekiyor. Dolayısıyla ODTÜ’nün, yukarıda konuştuğum hususlarda temsil kabiliyeti yüksek.
Meseleyi ODTÜ’den çıkarmak için bahane olarak kullanayım, defalarca sözünü ettiğim bir başka husus daha var. Türkiye’de diploma, zaten, her daim bir sosyal hiyerarşide basamak sağlayıcı oldu. Kasten diploma diyorum, çünkü Markovits’den bir ölçüde ayrışarak, meselenin okulda öğretilen müfredatla filan o kadar da alakalı olmadığını zannediyorum. Yale’de de meselenin eğitim olmadığını, diploma olduğunu zannediyorum. Harvard’dan da bir yığın cahil çıktığını, cahil çıkmayanların da öğrendiklerini dersliklerde değil de arkadaşlarından öğrendiklerini tahmin ediyorum.
Mesele şu ki, eğer aramızdaki bazıları diğerlerinden daha yüksek zihinsel kapasiteye sahipse, bazılarımızın önemli bir fizikçi olma potansiyeli diğer herkesten daha yüksekse mesela, bazıları kendileri üzerine yapılacak eğitim yatırımının karşılığını diğerlerinden daha yüksek bir çıktıya dönüştürebilecekse… Markovits’in dediğinden anlıyorum ki, artık onları seçip Harvard’a yollayamıyoruz. Daha doğrusu, Harvard’a girebilenlerin arasında öylelerinin oranı düşüyor. Artık kişisel beceriler tayin edici olmuyor. Demek ki meritokrasi derken kastettiğimiz avantajları derleyemiyoruz.
Benim varsayımların doğruysa, yani Harvard’da dersliklerde değil de arkadaşlarımızdan öğreniyorsak, başkalarından daha vasıflı olanları bir araya getiremiyor olması yüzünden, Harvard’ın sosyal verimi de düşüyor. İyi bir fizikçi olabilecek biri, etrafında onun daha iyi fizikçi olmasını destekleyecek olanların yerine zengin çocukları olduğu için, kendi potansiyelini gerçekleştiremiyor. Filan.
Peki, bu sistem, ondan faydalanan elitler için neden kötü? Markovits’in bu konudaki tespitine de değinip, esas meseleye geçeyim. Bu yarış psikolojisi, yarışa giren herkesin hayatla ilişkisini deforme ediyor. Ebeveynleri tarafından küçük yaşlarından itibaren bir proje olarak görülen çocuklar, büyüdükçe, kendi hayatlarını bir proje olarak görmeye başlıyorlar. “Kırk yıl önceki Yale öğrencisi gençlerin mutlulukları yok bugünün Yale öğrencilerinde” diye özetlenebilecek bir tespiti var Markovits’in.
Şimdi Markovits’i ve kitabını terk edip, günümüzün sosyolojik fay hattına gelebiliriz. Ama Markovits’i terk etmeden belirtmek gerekiyor, mesele gelir meselesi değil. Yani “varlıklı aileler çocuklarına daha çok yatırım yapabiliyorlar ve böylelikle daha yüksek gelirli pozisyonları ailelerinin tekellerinde tutabiliyorlar” demek, bence, meseleyi eksik teşhis etmek olur. En azından Türkiye’de, bir süredir, ailelerin çocukları için yaptıkları eğitim harcamaları, bırakın doğurgan olmayı, karşılığını bile ödemiyor.
Mesele gelir değil, itibar.
Almanya’da eğitim sistemi, hemen herkes tarafından övülüyor. Sistemin kazandırdığı beceriler değil, onun çalışmasını sağlayan. Dışsal bir otoritenin, küçük yaştayken herkesin gelecekteki statüsünü, dolayısıyla da itibarını tespit ediyor olması. Sistemin doğru tespitler yapıyor olduğunun hiçbir delili yok. Ama işliyor, çünkü çıkışı dar bir huninin ağzına hücum edilmesine mani oluyor. Almanlar dışında hiçbir toplumun içine sindirebileceği bir sosyal organizasyon değil bu. İnsani ve adil de değil.
Diyebiliriz ki, aristokrasinin kesin olarak yenilmesinin üzerinden iki yüzyıl geçmeden, burjuvazi, yeni aristokrasi halini aldı. Bu tespiti yaparken, benzerliklerin yanında farkları da ortaya koymak gerekiyor. Aristokrasi toplumların yüzde birkaçını teşkil ediyordu. Sözünü ettiğimiz aristokratlaşmış burjuvazi, her toplumun en azından yüzde onunu, biraz daha cömert davranırsak dörtte birini teşkil ediyor. İlaveten, aristokrasi ile serfler arasındaki sınırdan biraz daha muğlak bir sınır ayırıyor günümüzün aristokrasisini toplumun kalanından.
Ancak yine de günümüzün savaşı, aldığı diplomanın kendi özel vasıflarının neticesi olduğunu, dolayısıyla toplumda seçkin bir yeri hak ettiğini, topluma dair muhtelif kararların kendisi tarafından verilmesinin hak olduğunu düşünen ve herkesin bunu kabul etmesini talep eden bir kesim ile onlara karşı olanlar arasında şekilleniyor.
Kimse öyle özel bir yeri sadece kendi vasıflarıyla elde etmiş değil/di. Mesela ODTÜ kurulmadan önce, eğer ülkede bir ODTÜ olsaydı orada okuyup bir şeyler olabilecek birçok kişi de vardı, diyebiliriz. Veya… Aynı akıl yürütmeyle, eğer ODTÜ kurulmamış olsaydı, ODTÜ mezunu olanların hiçbiri ODTÜ mezunu olamayacaktı. Sahip oldukları vasıflar da para etmeyecekti. Mesele fertlerin vasıflarını çok aşan bir meseleydi, en başından beri. Mesele, toplum denen organizmanın işleyebilmesi için belirli pozisyonların doldurulmasının gerekmesiydi.
İzleyen mesele ise, o pozisyonları dolduranların, doldurdukları pozisyonların hakkını verip vermedikleri. Yine gazetecilik misali üzerinden gidelim. Türkiye’nin gazeteye, demek ki gazeteciliğe, demek ki gazetecilere ihtiyacı vardı. Birilerini gazeteci yaptık. Eğer sistem iyi gazetecinin kötü gazeteciyi kovduğu bir biçimde işlese, zamanla daha iyi gazeteciliğe sahip olacaktık. O pozisyonu kimin nasıl doldurduğunu çok da dert etmeyebilirdik. İster gazeteci babanın oğlu gazeteci olsun, ister Aydın Doğan bir sosyologdan gazeteci çıkarmaya çalışsın…
Öyle olmadı. Gazeteci ihtiyacı karşılandı ama gazeteciler ülkenin gazeteye olan ihtiyacını karşılayamadılar. Dolayısıyla gazetecileri olan, gazetecileri gazeteci gibi olan toplumlara kıyasla aksak bir toplum olarak kaldık. Neticede Ertuğrul Özkök, yıllarca yönettiği gazetedeki köşesinde, Türkiye karasularında batan bir göçmen teknesinden kurtulup Balıkesir’de tedavi gören birilerinin dramını bize, Le Monde’dan tercüme ederek aktarmayı tuhaf bulmadı.
Varsayımlarım herhalde nettir: Eğer Le Monde gibi ürünleri yapan gazetecileri olsaydı Türkiye’nin, Türkiye şimdi olduğundan daha iyi bir Türkiye olacaktı. Ama yapabildikleri Hürriyet’i bize matah bir şey gibi pazarlayan, onun aksaklıklarını dile getirdiğimizde “bu ahaliye bu kadar” diyerek bizi aşağılayabilen, “hop, n’oluyoruz” diyebilirsek de otorite ile ilişkilerini kullanarak bizi püskürtebilen elitlerimiz oldu. Biz de bu kadar olabildik. Medya sektöründe olan her şey, diğer her sektörde tekrarlandı. Fethi Naci bir vakit, “Türkiye’de ne kadar futbol varsa o kadar roman vardır” demişti. Kastında haklıydı, otomobil sanayii de, siyaset de, eğitim de, hep yerli standartlarla değerlendirildi. Standartları koyanlar da, takip edenler de, üretimleri yapanlar da, bir avuç elitti. Birbirlerini ısırmadılar. Kapalı devre işlediler.
Her şeye rağmen, ahalinin çocuklarının o elitlerin arasına girme şansı vardı. ODTÜ’yü kazanır, bitirir ve… Kendisi gibi olmaz. Gerçekten de ahalinin çocukları Harbiyeleri, Mülkiyeleri, ODTÜ’leri bitirdi ve ebeveynlerini bile beğenmedikleri konumlara yerleştiler. Dolayısıyla, hem âlemin standartlarında iş yapmayan hem de kendilerini suçlayan elitlere karşı ahali, kabul edilebilir bir tolerans sergiledi.
ABD ve Almanya gibi yerlerde sistem işledi, çünkü… Yukarıda dediğim gibi, toplum denen organizmanın işlemesi için belirli pozisyonların doldurulması gerekiyordu. O pozisyonları dolduranlar ülkeyi zenginleştiriyor, ülkeye itibar kazandırıyorsa… Problem olmadı. Harvard mezunlarının hisselerinin yüksekliğinin onların şahsi vasıflarından kaynaklandığına inanmış olabilir Amerikalılar. Ama o inançlarını yitirdiklerinde de farkındaydılar ki, Harvard mezunlarına özel vasıfları varmış gibi davranmazlarsa, çarklar duracak. Toplum işlemeyecek. Kendileri de aç kalacak.
Sonra açlık riski ortadan kalktı. İnsanlar itibardan paylarını talep etmeye başladılar ama seçkinler kıskanç ve küstah davrandılar. Trump, itibardan payını talep ettiğinde aşağılananların, seçkinlere attığı tokattır.
Çok uzadığının farkındayım ama söylenecek birkaç şey daha var.
Markovits’in kitabı, bu hususları –benim terminolojimle olmasa da– ele alan ilk kitap değil. Son yıllarda böyle birçok kitap ve çalışma yayınlandı. Yani? Elitler, en azından bazıları, diğerlerinin halini anlamaya, probleme bir çözüm üretmeye çalışıyorlar. Markovits söyleşinin sonunda diyor ki mealen, “bu tür merkezileşmiş sistemlerin kendi kendilerini sağaltması, tarih gösteriyor ki, zordur, ya bir uluslararası savaşı kaybederler veya bir iç savaşa sürüklenirler, sistem ancak öyle çözülür.” Eh, ben de benzer bir kafadayım. Kafadaydım, en azından. Ama Markovits’in yaptığına benzer işler ve toplumun ana gövdesindeki değişim, savaşsız bir çözümü mümkün görmeme yol açıyor.
Toplumun ana gövdesindeki değişim?
Markovits bir yerde diyor ki mealen, “Kodak, zirvedeyken 140 000 insana iyi, güvenli iş sağlıyordu. Günümüzde ise mesela Instagram, Facebook’a 1 milyar dolara satıldığında, sadece 13 çalışanı vardı ve hepsi de süper-vasıflı elit çalışanlardı.” Markovits bu değişimi, elitlerin işgücü piyasasına kasti müdahalesi olarak değerlendiriyor ki, bence zırvalık. Olan şey bir tasarımın neticesi değil, daha önce defalarca dile getirdiğim gibi, bana kalırsa, doğrudan doğruya teknolojik sıçramanın yol açtığı ekonomik ölçekle alakalı bir problem. Üstelik geri dönüşsüz bir süreç. Artık 140 000 kişiye iyi ve güvenilir iş sağlayacak firmalar olmayacak.
Markovits idrak edememiş gibi görünse de, toplumun ana gövdesi bunu idrak etmiş görünüyor. Annelerinin, babalarının kendilerine yatırım yaptığı, bu yatırım neticesinde yüksek gelirli işleri akranlarının elinden kapacağını ümit ettikleri gençler, yüksek gelir filan talep etmiyorlar. Bambaşka talepleri var ve toplum itibarlı pozisyonları hızla çeşitlendirerek herkese yer açıyor.
Herkese?
Elbette herkese değil. Ama sanayi devrimi nasıl iş denen şeyi hızla çeşitlendirip çoğalttıysa, günümüzün devrimi de itibar kaynaklarını çeşitlendirip çoğaltıyor.
Daha mühimi ise başka. Sizin gelirinizin artması illa ki başka birilerinin gelirinin azalması pahasına geçekleşmez. Özellikle de iktisadi büyüme dönemlerinde… Ama itibar –eğer sıralamaya tâbi ise– kıt kaynaktır. Sadece bir tane birinci sıra, olsa olsa birkaç tane ikinci sıra vardır. Günümüzde itibar kaynaklarının çeşitlenip çoğalmasına paralel olarak, yeni yetişen gençler, başkalarının itibarını azaltarak kendilerine yer açmaya çok teşne değiller. İtibar kaynaklarını çeşitlendiren ve çoğaltan onlar.
Dolayısıyla barışçı bir çözüm ihtimal dâhilinde. Bu ihtimali de, paradoksal bir biçimde, eğitim sistemlerine, münhasıran eğitim sistemlerinin demokratikleşmesine borçluyuz diye düşünüyorum.
Ona da belki yarın, belki başka zaman sıra gelir.