Aşı, İklim, Bilim ve Piyasa

Ayşe Çavdar doğurgan olabilecek bir mevzu açmış. Dünkü videonun altına da harika eleştiriler gelmiş. Hepsini harmanlayabileceğimiz bir düğüm noktası var gibi görünüyor bana.

Diğer her mevzua tatbik edebiliriz —ve bir bölümüne tatbik etmeye çalışacağım— ama aşı karşıtlığı üzerinden derdimi ifade edeyim. Anlaşılan o ki, Çavdar aşı karşıtı değil. Yani? Aşı olunması gerektiğini “biliyor”. Sizin de bu mevzuda —ve hemen her mevzuda— bir bilginiz vardır. Benim var en azından. Aşı mevzuunda da bir bilginiz, kararınızı yasladığınız bir bilgi vardır.

Sizin bilginizin size “doğru bilgi” gibi göründüğünü varsayarak devam edelim. (Esasen bu noktada bile derin bir tartışma zemini var. Mesela ben, aşı oldum. Ama aşının COVID-19 ile mücadele konusunda ne işe yaradığı hususunda sayısız şüphem var. COVID’den korunmaktan ziyade, sosyal hayatta başım derde girmesin düşüncesi baskın çıktı. Bilmiyorum yani, aşı bana ne yapacak ve fakat bilmediğimi biliyorum. Bilmeden de kararlar vermek zorunda olduğumu, insan olmanın böyle bir şey olduğunu “biliyorum”.) Filan.

Sizin bilginiz size “doğru bilgi” gibi görünüyor. Aşıya karşı olan filancanın da kendi bilgisi ona doğru bilgi gibi görünüyordur. İmdi… Hangimizin bilgisi doğru? (Bu noktadan da sayısız tartışma konusu açılabilir. Belki sizinki sizin için, onunki onun için doğrudur. Aşı olmaktan korkan birine aşı yapmanın mesela, belki de bilmediğimiz yan etkileri vardır. Filan.)

Bu problemi, “filancanın bilgisi inanç kaynaklı, falancanınki ise bilim kaynaklı” diye çözmeyiz. Bu hususta çok yazdım, tekrarlamayacağım. Özetle söyleyeyim, “ben bilgimi bilime yaslıyorum” dediğinizde, Çavdar’ın da işaret ettiği gibi, esasen bilmediğinizi, bilmiyor olduğunuzu teslim etmeniz gerekir. Bilim size “gelin beni test edin” diyorsa, yanılıyor olabileceğini kendisi teslim etmiş demektir. Dolayısıyla size “aşı olun” veya “olmayın” diyemez. Siz aşı olursunuz, birileri olmaz, bilim onlara bakıp bir takım istatistikler üretir, bir bilgi üretir. Sonra yirmi yıl daha geçer ve başkaları aynı kişilerin yirmi yıl sonraki hali hakkında başka istatistikler türetir. Bingo! Kolesterol zannedildiği gibi bir şey değilmiş. Filan.

Daha da uzatmayayım ve gelelim şimdi “düğüm noktası” dediğim şeye…

Birileri aşı olmak istemiyor. Bizim bilgimizin onların bilgisinden daha “üstün” olduğu, onlara da “öğretilmesi” gerektiği kanaatine sahipsek… Daha fenası, böyle bir kanaate sahip olduğumuzun bile farkında değilsek. Bilgimiz bize o kadar transparan görünüyorsa…

Benim on yıllardır dert ede geldiğim mesele tam burada başlıyor. Herkesin bilgisinin kendisine çok doğru görünmesinde anlaşılmaz bir şey yok. “Bir bilgi”nin doğru olduğunu ve onun da kendi bilgisi olduğunu düşünmesiyle birlikte problem başlıyor. Ve büyük bir problem başlıyor. Başlayan problem, esasen, evrensel —yani en azından ezeli— bir problem. Bir hiyerarşi, bir üstünlük problemi. “Ben senden üstünüm” diyemeyecek kadar terbiye edilmiş olanlar, “benim bilgi kaynağım seninkinden üstün” diyorlar ama böyle kamufle edilmiş olması arkadaki gerçeği değiştirmiyor.

İnsanın kendisinin, bilgisinin veya bilgi kaynağının daha üstün olduğuna inanması elzem de olabilir, itirazım yok. Mesele her birisi böyle inanıyor olan çok sayıda insanın etkileşime girmesiyle başlıyor. Yani işin psikolojisi dert değil, sosyolojisi ise fena halde dert. Esasen biricik derdimiz işte o. İnsanlık o derdi, binlerce yıl boyunca, belirli bir merkezde üretilen bilginin bütün insanlara dayatılması marifetiyle çözdü. Hatta öyle ki, insanların kararları, kararlarının çoğu, o insanların dışında veriliyordu. Yani bilgi bir merkezde üretiliyor, işleniyor ve karar haline getirilip dayatılıyordu.

Sonra daha çok insanın kendi kararlarının daha çoğunu kendisinin verebildiği bir sürece girdik —yani öyle “bir noktada bir süreç başlamış” gibi değil elbette ama şimdilik bu ifadeyle yetinelim. Sonra daha çok insan, kendi kararlarının daha da çoğunu kendisi vermeye heves etti. Bu da elbette merkezi otoritelerin işine gelmedi. “Sizin adınıza biz karar vereceğiz ama bunu sizin erişemeyeceğiniz bilgiyi, sizin beceremeyeceğiniz metotlarla işleyerek yapacağız, sizin iyiliğiniz için” dendi. Aramızdan birçoğu, sahiden bizim erişemeyeceğimiz, erişmenin maliyetini göze alamayacağımız bilgiler olduğu, orada bir yerlerde birilerinin o bilgiyi derlediği, onu bizim sahiden aklımızın ermeyeceği kadar vukufla işlediği kanaatine sahip olduk. Ve merkezin uydusu olmayı gönüllü olarak kabul ettik. Bizim de desteğimizle, merkez, kendi kararlarına itiraz edenleri sindirdi. Bir süre de böyle yaşadık.

Ama esas mesele doğru bilgiyi bulup doğru metotla işleyip doğru kararı vermek değildi. Esas mesele, kimin adına kimin, neye yaslanarak karar vereceği idi. En azından aramızdan birileri için mevzu buydu. Ve şimdi onlar, tarihte hiç olmadığı kadar güçlüler.

İhmal etmemek gerekiyor, merkez kendisine boyun eğenlere, eğmeyenler karşısında prestij, statü sağladı. Merkez dediğimde de, sadece devlet anlaşılmamalı. Mesela ODTÜ’de okurken biz, devlet kendi polisine ve jandarmasına, ODTÜlü öğrencileri —karşılarında kendilerini ezik hissettikleri akranlarını— dövme, aşağılama imtiyazı sağlıyordu. Dev-Yol ise âlemin şifresini çözmüş olduğu “bilgisi” üzerinden, Dev-Yolculara üstünlük sağlıyordu. Halkın Kurtuluşu Dev-Yolcuların sosyal faşist olduğu bilgisi üzerinden kendi yandaşlarına silah dağıtıyordu. Ve saire… Neticede neredeyse hiç kimse herhangi bir bilgi işleme hürriyetine sahip değildi. Muhtelif merkezlerde üretilen kararları kabul etmekle işler yürüyordu. Ve bütün merkezlerin en ürktüğü şey, soru sorulması, kararın sorgulanması, aykırı sesin çıkması… Yani birilerinin “ya başka türlüsü de mümkünse” demesi idi.

Dönelim aşı karşıtlığına… Bilmiyoruz ama diyelim ki bilinebilir olsun ve mesela Vegalılar biliyor olsun, aşı olmayan kendisini ve toplumu şöyle bir riske sokuyor. Çocuğuna aşı yaptırmayan filanca anne, farkında değil ama çocuğunun erkenden hastalanıp ölmesine sebep oluyor. Diyelim ki mesele böyle… Meselenin böyle olması, o annenin adına karar verilmesini meşrulaştırır mı? Eğer meşrulaştırıyor ise, o meşrulaştırma kriteri bize, o aynı annenin başka hangi kararlarını kendisinden alıp bir otoriteye devretme izni sağlar? Mesela çocuğu ağladığında ağzına emzik vermesine de karışmalı mıyız?

Tersinden gidelim. Eğer emziğe karışmıyorsak, aşıya karışma hakkını nereden alıyoruz? Her ağladığında ağzına emzik verilen bir oğlan çocuğunun, ileride bir kadın düşmanı olması riski de var olabilir mesela… Filan.

E ama emzik konusunda araştırma yapılmadı ve bilim bize bir şey söylemiyor, aşı hakkında ise araştırmalar var ve bilim bize bir şeyler söylüyor, öyle değil mi ama! Değil. Bir defa, bir ihtimal emzik konusunda da araştırmalar yapılmıştır ama her ağladığında kendisine emzik yetiştirilen bir bebeğin büyüdüğündeki bütün davranışlarının analizi yapılmamıştır. Tıpkı aşı meselesinde olduğu gibi… Aşının bütün muhtemel neticelerini bilmiyoruz. Bilemeyiz. Hiç bilemeyeceğiz. Dolayısıyla —başka her şey bir yana— bilime yaslanarak, sadece bilime yaslanarak karar veremeyiz. Ve zaten de vermiyoruz. Lazım geldiğinde, kendi bilgimizin —yani kendimizin— üstünlüğüne gerekçe olsun diye bilimi heybeden çıkarıyoruz. Bütün bilgiler muhtelif oranlarda inanç ihtiva eder.

Meseleyi buradan, Arsene Wenger lakabıyla yazan izleyicinin dediklerine bağlayayım.  Önce tekrarlayayım, meselemiz bir sosyoloji problemi. Farklı bilgilere sahip insanlar olarak —ama kendi kararlarını vermeye kendilerini eskisine kıyasla daha yetkin hisseden insanlar olarak— nasıl örgütleneceğimiz, aramızdaki ilişkileri nasıl düzenleyeceğimiz ile ilgili bir problemden söz ediyoruz. Eski örgütlenme tarzları artık iş görmüyor, çünkü biz artık eski insanlar gibi değiliz. Daha çok şey biliyoruz veya bildiğimizi zannediyoruz. Kendimize dair daha çok kararı kendimiz vermek istiyoruz. Böyle bir dünyada yaşıyoruz ve bugünün insanına, teknolojik seviyesine, zenginliğine orantılı yeni bir örgütlenme tarzı doğuramamış olmanın sancısını yaşıyoruz.

Bu şartlarda, mesela iklim krizinin “ekonomisinin oluşması”, sürecin doğal işleyişi değil. Sürecin doğal işleyişi nedir, onu da bilmem ama buradan bir şey doğmaz. Çünkü fonlar, yukarıda misalini verdiğim devlet-ODTÜ-Dev-Yol-Halkın Kurtuluşu mantığı içinde zuhur etmiş kurumlar tarafından dağıtılıyor. Kararlar, o fonlarda doğal hakkı olan insanlardan tamamen bağımsız kurullarda üretiliyor. Yeniymiş gibi görünen —eğer öyle görünüyorlarsa— örgütlenme tarzlarının hepsi eski. Metotları da eski.

Yani?

Esasen Dev-Yol’un derdi kendisinin ne söylediği değildi, mesaisinin büyük bölümünü, İGD’nin, Halkın Kurtuluşunun sesini kesmeye, onların dediklerinin duyulmamasına tahsis ediyordu. Devlet ve Halkın Kurtuluşu da öyle yapıyordu. Bilginin bilinebilir olduğunu varsayarsan, birkaç adım sonra onu senin bildiğini, birkaç adım daha sonra da herkesin bilmesi gerektiğini varsaymaya başlarsın. İklim değişimi meselesinde de mevzu böyle dönüyor.

Daha önce verdiğim bir misalle açıklamaya çalışayım. Orta yaşlı kadının biri, bir gün, kendi yaklaşımından şüphe edilebileceğini bile aklına getiremediği besbelli bir biçimde, “Alzheimer için ayrılması gereken kaynaklar sertleşme problemine gidiyor, beyninden çok şeyini düşünen insanlıktan hayır gelir mi” diye üfürmüştü. Kadındı, sertleşme problemi yoktu. Orta yaşlıydı ve eşinin sertleşememesi problemi geçmişte kalmıştı, Alzheimer derdi de uzaktı. Ama herkesin adına kaynak tahsisi yapmaya aklının erdiğinden de şüphesi yoktu. Olabilir mi böyle insanlar? Olabilir. Ama o, ne sertleşme ilacı alacak ve ne de Alzheimer ilacı. Dolayısıyla etkisi sıfır. Piyasa çalışır ve sertleşme problemini gideren ilaçlar üretilir, sayısız insan, o kadının aklının bile ermediği dertlerden kurtulur.

Şimdi aynı kadını, muhtelif metotlarla akümüle edilmiş fonları yönetmeye atadığımızı düşünelim. Birileri de o fonlardan pay alarak hayatını kazanmaya çalışıyor olacak. Yazdığı öneri raporunda Alzheimer hakkında bir şeyler demesi gerekecek. Fonu alacak. Fonu alan ve veren, neden bu konuda çalışma yapıldığını kamuoyuna anlatmak zorunda hissedecekler kendilerini, çünkü fonların akmayı sürdürmesi lazım. Sizi temin ederim ki, beş yıla kalmadan bütün dünya, insanlığın başına gelen en büyük musibetin Alzheimer olduğuna inandırılır.

Şimdilerde oluyor olan şeylerin çoğu böyle. Dünyada kırk yıl önce bile hayal edilemeyecek ölçekte zenginlik var. Bu zenginlik, üzerinde herkesin hakkı olan zenginlik, devletler marifetiyle belirli fonlarda toplanıyor, ya doğrudan devletler marifetiyle veya muhtelif aracı kurumlarla dağıtılıyor ve çoğu —Tırışkadan İşler bahsinde de gördüğümüz gibi— son derece manasız yerlere harcanıyor. Neticede, sadece o işlerden ücret alanların karnı doyuyor ve fakat herhangi bir gerçek probleme çare üretilmiyor. Bizim, bu maddi kaynakların nereye harcanacağı konusunda sıradan insanı da karar verici haline getirecek bir örgütlenmeye ihtiyacımız var ve tam da bu olmasın diye, piyasa aleyhine, sıradan insanların kararlarının saçmalığı hakkında sayısız hikâye dinliyoruz.

Net bakiye: Aşı karşıtı biri, kendisi için, çocuğu için, toplum için yanlış bir karar vermiş olabilir. Ama onun kararını başka merkezlere aktardığımızda doğacak (doğan) risk, o yanlış karardan doğan riskten çok daha yüksek.

Ve mevzuu bilime, üniversitelere bağlayalım. Çavdar da işaret etmiş ki, üniversiteler eski güvenilirliklerine sahip değiller. Haklı. Ve bence bu hal, yani sıradan insanın üniversitelere dedelerinin güvendiğine kıyasla daha az güveniyor olması, sıradan insana, onun kararlarına güven duymamız için bir sebep. Çünkü üniversiteler eskiden kendilerine duyuluyordu olan güveni hak etmiyorlardı, şimdi hiç etmiyorlar.

Üniversitelerden bir Newton çıksın derdinde değilim. Artık çıkmayacağını düşündüğümü de, Arsene Wenger’in hatırlattığı gibi, defalarca söyledim. Ama hangi konuda araştırma yapacağına fonların karar vermesini içine sindirenlerden bir hayır da beklemiyorum. Kendi özerkliklerine sahip çıkmayan, özerklik dediklerinde sadece keyiflerine dokunulmaması anlayan insanlardan da yıldım. O insanların üniversite kürsülerini işgal etmesi, insanlık için bir tehdittir.

Ve fakat…

Bu halin piyasalaşma ve ticarileşme ile bir alakası olduğunu düşünmüyorum. Daha doğrusu, üniversiteyi çürüten sürecin piyasalaşama ve ticarileşme terimleriyle adlandırılmasını da, yukarıda işaret ettiğim gibi, “sıradan insanı, piyasayı dışarıda tutma güdüsü”nün “kasıtlı” bir tercihi olduğunu düşünüyorum. Bu mevzuu uzatmayayım, çünkü o da sayfalar sürer. Videoda söylemeye çalıştığım şey Newton beklemek değil, kendisine, işine saygısı olan, bilime saygısı olan insanlara duyduğum hasret idi. (Bu hususta elbette istisnalar var, videoda da işaret ettiğim, yarasaları, kuşları izleyen, mütevazı işler yapan mütevazı insanlar. Veya Arsene Wenger’in işaret ettiği karadeliğin fotoğrafını çekenler. Onlar da bize, “bilim her şeye kadir” filan diyor değiller.)

Aclan Karaman da meseleyi enteresan bir yere taşımış. Bir defa, dünyanın hasta olmadığını, yaşadığımız şeye böyle bir teşhis konamayacağını, bu kavramlaştırmanın tehlikeli olduğunu söyledim videoda. Ama ilaveten, “düzensizliğe müdahale etmeyelim” de demiyorum, “düzensizlik olarak gördüğümüz şey hiç de düzensizlik olmayabilir, düzen algımızı gözden geçirmekte fayda var” diye özetlersek daha sahih oluruz herhalde benim yaklaşımım hakkında.

Ama esas meselemiz, müdahale etmek ile etmemek arasındaki çizgide düğümleniyor. İnsan müdahildir. İnsan olmak müdahil olmayı gerektirir. Mesela elimizde birikmiş fon varsa ve bir yere harcayacaksak, bir karar vermemiz gerekiyor ve müdahale ediyoruz. İklim değişimi konusunda da müdahale gerekir ve zaten ediyoruz. Problem “müdahale edelim mi, etmeyelim mi” değil yani, “şöyle mi müdahale edelim, böyle mi müdahale edelim” problemi.

Devam etmeden söyleyeyim, bu hususta kararları “hep birlikte”, öyle olamasa bile “hepimizin katılımıyla” verebilmenin imkânını sağlayacak bir örgütlenme tarzına ihtiyacımız var, esas derdim bu. Bu noktayı vurguladıktan, yani benim müdahale teklifimin sadece “benim müdahale teklifim” olduğunu bir defa daha belirttikten sonra…

İklim değişiyor. Bu değişimden zarar görenler var, daha çok zarar görenler var. Uluslararası çapta muazzam kaynakları belirli fonların mastürbasyonuna harcamak yerine, daha küçük ölçekli, daha mütevazı çözümlere ayıralım. Kaynakları daha çok sayıda küçük karar vericiye dağıtalım. Diyelim fosil yakıtlar iklim değişiminin vahametini artırıyorsa —ki ben şüpheliyim ama genel kanı buysa— fosil yakıtların yerini daha temiz enerji kaynaklarının almasının veya daha iyisi, daha az enerji tüketerek aynı konforu sağlamanın alternatif yollarını deneyebilmeyi mümkün kılalım. Yani mesela üç yüz milyar doları bir grup zevzeğin eline terk etmektense, ortalama birer miyar dolarlık üç yüz grubu fonlayalım ve her biri kendince alternatif yollar geliştirebilsin. Filan.

Ve gelelim Orkun’a…

MÖ 1500 yıllarında dünya ısınmaya başladı. Üç yüz yıl sonra öyle bir seviyeye yükseldi ki dünyanın sıcaklığı, bugün bile egale edilememiş görünüyor. O tarihlerde bugünkü bilgi seviyesiyle yaşasaydık, ne diyecektik?

Sonra, muazzam fonlar tahsis edilmeden, muazzam yalanlar söylenmeden, dünya soğumaya başladı ve dört yüz yıl sonra, MÖ 1500 civarındaki seviyesine indi. O tarihlerde yaşıyor olsaydık ne diyecektik?

Dünyanın sıcaklığı değişir. Hep değişti. İnsanlar yokken —dolayısıyla fosil yakıtlar tüketmezken— de değişiyordu, insanlar ortaya çıktıktan ama yeryüzündeki nüfusları pek azken de… Son beş bin yılda en az seksen büyük ölçekli dalgalanma gerçekleşti. Sadece son elli yılda iki dalgalanma gözlendi.

Dahası var: 2006 civarında yeryüzünün sıcaklığı, 20. Yüzyıl ortalamasının yarım derece kadar üstündeydi. 2007 ortasından itibaren düştü ve Yirminci Yüzyıl ortalamasının altına düştü. Neden? Bilmiyoruz. Sonra 2008’den itibaren artmaya başladı. Şimdi ise, Yirminci Yüzyıl ortalamasının bir derece kadar üstünde seyrediyor. Ama önümüzdeki yıl ne olacak, bilmiyoruz. Mukayese ettiğimiz değerin Yirminci Yüzyıl “ortalaması” olduğunu hatırlatayım.

Ama derdim bunlar da değil. Yani ortada gerçekliği çarpıtan verilerin dolaşıyor olması elbette dert de, benim esas sorduğum soru başka: Şimdi yaşadığımız ısınmanın, daha önce defalarca yaşanmış olanlardan biri olmadığına dair herhangi bir delil var mı? Ama daha acıklı bir sorum var: Eğer BM’in, çevrecilerin, iklim krizini fonlayanların ellerinde kâfi, inandırıcı delil varsa, “a ama bu da öncekiler gibi bir şey olabilir” diyenleri susturmak için neden bu kadar hevesliler? Dünyada “dünyanın sonu geliyor, biz getiriyoruz, fosil yakıtlarla, CO2 ile getiriyoruz” diyen, deyip duran, onlarca yıldır bağırıp çağıran milyonlarca “okumuş çocuk” var. Neden sağda solda “ama bunları yeterince test etmedik” demeye çalışan sınırlı sayıdaki insana tahammül edilemiyor? Devletin COVID-19 veya işsizlik istatistiklerini maniple etmesine itiraz eden aynı kişiler, mesela Wikipedia’nın bile otosansürüne neden ses etmiyor?

Videoda söylediğim şey net: İnin aşağıya, eşit şartlarda konuşalım. Başkalarını susturmadan konuşamayacaksanız, susun. (Yıllardır diye geldiğim de şu: Eğer aşağıya inmezseniz, Trumplar, Erdoğanlar icat edip indirecekler. Canınız yanacak, canımız yanacak.) Çavdar’ın yazısıyla başlamamın sebebi buydu: Aşı karşıtlarına karşı olabilirsiniz, en tabii hakkınız. Ama onları susturmaya hakkınız/hakkımız yok.

Ama aşı karşıtları sadece kendi hayatlarını riske atmıyor ki, aşı olmayan bir çocuk, okulundaki akranlarının sağlığını da riske atıyor. Evet. Bu da bize, şimdiki imkânlarımızı değerlendirerek başka bir örgütlenme, sosyal örgütlenme tarzı bulmayı dayatıyor. Siyasette çoğunlukçuluğa karşıyım, bu gibi hususlarda da karşıyım.

Ve…

Ama Trump da karşıydı iklim tedbirlerine… E ne yapalım yani? Trump da nefes alıyordu, Trump’dan nefret ediyoruz diye biz de nefes almaktan cayalım mı? Düzlemleri birbirine karıştırarak varılacak herhangi bir yer yok. Trump diye biri çıktı, çıkabildi, çünkü “biz bilime yaslanıyoruz, sizin için neyin iyi olduğunu biz biliriz” deyip duran ve fakat herhangi bir işi doğru dürüst yapamamış seçkinlere karşı birikmiş bir öfke vardı.

Mesela…

Diyelim iklim meselesi hakkında şimdi kıyameti kopanlar haklılar. Onlarca yıldır üniversitelerde, medyada, hükümetlerde onların muadilleri vardı ve neyin gelmekte olduğunu idrak edememişler demektir, eğer haklılarsa. Bizim adımıza karar verip durmuşlar ve iklim krizi çıkmış. Şimdi bize diyorlar ki, “siz sizin için neyin iyi olduğunu bilmezsiniz, biz biliriz”. Bu neyin aklıdır, benim aklım ermiyor.

Ve fakat…

Trump toplumda haklı bir biçimde birikmiş öfkeyi istismar etmiş bir soytarıydı. Toplumda haklı olarak birikmiş öfkeyi anlamak için zerre kafa yormadan, “hah işte Trump şöyle, onu seçenler böyle” diyerek aynı zırva örgütlenmeyi sürdürmeye çalışmanın manası yok. Benzer biçimde, petrol devlerinin toplumda muhtelif açlıklar yaratarak sonra da onu istismar etmesi de dert. İlaç endüstrisinin muhtelif hastalıklar icat edip onları istismar etmesi de… Bütün bunlar dert ve bunların dert olduğunu, çözülebilir olduğunu konuşabilecek iktisadi, entelektüel, siyasi, teknolojik olgunluğa erişmiş gibi görünüyoruz. Hal buyken, petrol devlerinin, ilaç devlerinin muadili karbon devleri, aşı devleri yaratmanın âlemi yok.

Meselemiz devlerin hangilerinin haklı, hangilerinin haksız olduğu değil, devlerin mevcudiyeti.