İktisat ile Siyaset Yeni mi Kavuştu?

Bayramlık bir yazı sayılmaz ama…

Verimlilik artınca, kullanılan kaynak başına üretilen miktar artıyor. Bu, benim penceremden bakıldığında iyi bir şey. Mesele şu ki, üretilenin tüketilebilmesi lazım. Tüketilebilmesi için tüketici lazım. Bir insanın tüketici olabilmesi için üretileni talep etmesi lazım. Bir insanın bir ürünü talep edebilmesi için ise… O ürünün bedelini ödeyebilecek gücü olması lazım.

Demek ki…

Ford iseniz ve herkesten daha düşük maliyetle çok sayıda otomobil üretmenin bir yolunu bulmuşsanız, ama yüksek kâr hırsıyla otomobillerinize yüksek fiyat biçmişseniz ve otomobillerinize o bedeli ödeyebilecek kadar geliri olan yeterince insan yoksa… Yaptığınızın hiçbir manası yok. Milyoner, milyarder filan da olamazsınız. Sadece çok sayıda satılmamış otomobil sahibi olarak kalırsınız.

Graeber on dokuzuncu yüzyıldan kalma imalı bir şaka olduğunu belirttiği bir deyişi epigraf olarak kullanmış: “Deniyor ki… Scilly adalarında yerli halk, birbirinin çamaşırını yıkayarak kıt kanaat geçiniyormuş (s. 217).” İması hakkında bir fikrim yok ama deyiş ekonominin özeti bence. Ben sizin çamaşırınızı yıkayacağım, siz hepimizin domatesini çapalayacaksınız, birileri hepimizin kundurasını yapacak ve saire… Eğer çamaşır yıkamaktan başka ürün yoksa, ancak hepimiz birbirinin çamaşırını yıkar, kıt kanaat geçiniriz. Yeni ürün ortaya çıkmıyorsa veya ortaya çıkan yeni ürünler, yeterince emek absorbe edemiyorsa, sistem tıkanır.

Bu durumda kâfi miktarda tüketici üretmek için iki alternatif görünüyor: (a) İşi üleştirir, insanların daha kısa süre çalışmasını —haftada kırk saatte elde ettiği geliri mesela on iki saatte kazanmasını— sağlarız, (b) “sen gel, şurada haftada beş gün, günde sekiz saat bekle, ücretini verelim, ücret ancak haftada kırk saat beklemekle hak ediliyor” der, manasız, “yapılmasa da olacak” işler icat ederiz. Aşikar görünüyor ki, ikinci alternatif tercih edildi.

İkinci alternatifin tercih edilmesinin muhtelif sebepleri var.

Birincisi, işi parçalamanın organizasyonel sıkıntıları var. Diyelim haftada kırk saat yerine on altı saat çalışma düzenine geçseniz, on işçiyle yaptığınız işi yirmi beş farklı işçiyle yapmanız gerekecek. Aynı vasıf ve tecrübede iki buçuk katı insan bulmak mesele olabilir. Yirmi beş kişiyi örgütlemek on kişiyi örgütlemekten daha zor ve saire… Ancak bu problem zannedildiği kadar belirleyici değil, çünkü idari katlarda kendilerine hiç lüzum olmayan birçok kişi istihdam ediliyor.

İkincisi, haftalık çalışma saatleri zaten kararlı bir biçimde geriledi —ancak gerileme hızı, verimliliğin vitesinden düşük kaldı. Yani inertia diyebileceğimiz alışkanlıklar bir direnç oluşturdu.

Üçüncüsü, daha basit, el emeği gerektiren işler elenirken, piyasaya daha çok sayıda, daha yüksek eğitim almış insan çıktı. Yani her biri kırk saatlik işi yapan on işçinin işini yirmi beş işçiye bölüştürmeye kalksak, o işçilerin vasıflarına sahip on beş ekstra insan bulmak kolay olmayabileceği gibi, yüksek eğitim almış birçok kişiye de uygun istihdam yaratamamış olacağız.

Dolayısıyla…

Önce bir de şu tespitleri yapalım.

İnsanların iş piyasasına girmelerini geciktirmek kastıyla eğitim kutsandı. Eğitim, aynı zamanda, daha düzgün işleyen, daha nezih bir toplum hayalleri kuranların da en önemli müdahale enstrümanlarından biriydi. Unutmak olmaz, devletler de hemen her yerde o hayalleri kuranların elindeydi. Teknolojinin elimine ediyor olduğu işler ise, o eğitimli insanlara uygun değildi. Eğitim sektörü de, öte yandan, gerçekten işe yarayacak, insanın kendi hayatını ve başkalarının hayatını zenginleştirecek vasıfların kazandırılması için uygun bir teknolojiye sahip değildi. Sektör —kestirmeden— işletme diploması üretmeye yöneldi. Zamanla, bir vakitler işletme (management veya business administration) başlığı altında yer alan faaliyetler tavşan gibi doğurmaya başladılar. Cafcaflı unvanlara sahip sayısız diploma üretildi. Ve… O diplomaları alanlar, genellikle, hemen bütün ülkelerde kültürel —ve sıklıkla siyasi— iktidarı ellerine geçirmiş olanların çocukları idi. Dolayısıyla esas mesele, o okumuşların okumuş çocuklarına iş bulmaktı. Düşük vasıflı işgücünün elimine edilmesi yoluyla sağlanan verim artışının artı değerini o okumuş çocuklara dağıtmak için… Bildiniz işte…

Graeber işin bir muhtevası olmasını önemseyen ve önemsemeyen sınıflar (sınıf kavramının böyle kullanılmasına itirazım var ama… ne diyeyim) olduğuna işaret ediyor. Umursamayan sınıflar, umursamamak üzere okullarda yontulmuş olanlar, umursayanlar ise… Evet, bir vakitler muhtevası olan işleri yapmış olanlar. Graber’e ulaşan biri diyor ki mesela ““Umursayan sınıflardan bahsettiniz; babam işten ayrıldığımı duyunca nasıl o kadar iyi bir maaşı geri tepecek kadar salak olabildiğimi sordu. Hemen ardından, ‘Öyle işin kime ne yararı var?” sorusu geldi (s.126 dipnot).

Umursayan kesimlerin çocukları, umursamayanlardan olacakları şekilde yontulup sistemden pay alabileceklerini ümit edebildikleri sürece, o kadar da dert olmayabilirdi. Yani bir işçinin çocuğu da Harvard’a gidip bir umursamayan haline gelebilirse ve sonra da muhtevasız bir işte yüksek ücretle istihdam edilebilirse… Problem olmayabilirdi. Ancak otuz, kırk yıl içinde bu imkânlar hızla daraldı.

Çünkü…

Bir yandan işin yeniden organizasyonuyla kırk kişinin işini yirmi kişiye yaptırabiliyorsanız, yirmi işçilik tasarruf yaptırabiliyorsanız, buna mukabil de idari katlara birilerini yerleştirmek için gereken kaynağı sağlayabiliyorsanız, onlar birkaç kişiyi geçmez. Geçmemeli ki —yirmi kişinin alıyordu olduğu ücreti mesela en çok üç kişiye vermelisiniz ki— o ücret o üç kişi için tatmin edici olsun ve sermaye sahibine de bir miktar kalsın. Yani ortadan kaldırdığınız pozisyondan daha azını üretebilirsiniz.

Öte yandan, esasen mesele iş bulmak, ücret almak filan da değil, sosyal statü. Dolayısıyla orada bir yerlerde sizden, sizin çocuğunuzdan aşağıda bir yerlerde birilerinin olması gerekiyor. Onlar ne kadar kalabalık, siz ne kadar seyrek olursanız, o kadar iyi. Dolayısıyla Harvard’a, Harvard mezunlarının çocukları gidebilmeli, herkes yerini bilmeli.

Net toplamda, toplumsal kaynaklarla belirli kesimler finanse edildi. Finanse edilen o kesimler sınıflaştı. Mesele burada fena halde çetrefilleşiyor. Çünkü işlerin otomasyonunun neticesinde Marksist manada sınıf kalmadı. Özgür beyin veya Burcu hanımın kendilerini iyi hissetmesi için manasız işlere yerleştirilmiş Ahmet ve Hatice’nin dertleriyle de en çok dertlenen, Özgür beyler ve Burcu hanımlar gibi görünüyor.

Bakın etrafınıza… Muhalefeti AKP’nin kimlik siyasetine karşı sınıf siyaseti yapmaya teşvik edenlerin hemen hepsi, esasen, makbul okullardan mezun olmuş, tırışkadan işlerle maişetlerini temin eden insanlar. Genellikle sitelerin içinde üç beş yüz metrekarelik evlerde (tırışkadan konutlarda) ikamet ediyorlar. Ahmetlerin, Haticelerin ancak temizlikçi olabileceği —kendilerine temas etmesinler diye garson yapılmasına bile tahammül edemedikleri— mekânlarda takılıyor, sipariş verirken başka herkesinkinden farklı olmak üzere özenle tarif ettikleri lattelerini yudumluyorlar.

Graeber haklı, bu kesim yetmişlerden itibaren zuhur etti. Dünyayı yetmişlerden itibaren mezkûr kesim biçimlendiriyor. Ve giderek sınıflaştılar —aralarına girmek giderek zorlaştı ve artık neredeyse imkânsız. Şehirlerin gözlerine kestirdikleri bölgesini ele geçiriyor, nezihleştiriyor ve gettolarında takılıyorlar. Birbirlerinden hoşlanıyor —sadece birbirlerinden hoşlanıyor— ve mütemadiyen hayranlaşıyorlar.

Graeber —antropolog olmasının etkisiyle zannediyorum— her vakit olduğu gibi, gördüğünü geçmişte olanla ve şimdi uzakta olanla mukayese etme ihtiyacı duyuyor ve bu çerçevede olmak üzere günümüzde yaşanan ile feodalite arasında paralellikler kuruyor. “Bu düzende [feodalizmde] el koyma ve yeniden dağıtım siyasi araçlarla gerçekleştirildiği için ‘siyaset’ ve ‘ekonomi’ alanlarının bağımsızlığından söz etmek zorlaşıyor. Zaten ‘ekonomi’ ancak endsütriyel kapitalizmin kendini göstermesiyle ayrı bir insan etkinliği alanı sayılmaya başlanıyor (s. 257).”

Öte yandan ekonomik ve siyasi unsurların bir arada olduğu feodal mantık, gereğinden fazla işçi çalıştırmayı son derece kabul edilebilir bulur. … asıl mesele yağlı bir kapı bulmaktan ve ganimeti pay etmekten ibarettir; ister düşmanları yağmalayın ister vergiyle harçla cezayla avamın cebinden koparın, orası fark etmez (s. 257).”

Gerçi sıkıştığında mevcudun feodal düzenden farklılaştığına da işaret ediyor. Ama aradaki benzerliklerden yola çıkacak olursak diyebiliriz ki… Feodal beyler serflerin ancak karınlarını doyurabilecekleri kadarını kendilerine bırakıp kalan bütün kaynaklara el koyduklarında, el koydukları ekstra tarım ürününü birilerine paylaştırmaları gerekiyordu. Ordular beslediler. Yanlarında sanatçılar, bilim insanları bulunmasından hoşlandılar. Ve saire. Bu analojiye göre, feodal beylerin saraylarında üretmeden prestijli bir hayat sürüyor olanların serflerin haklarından dem vurup onların kavgasını sahiplenmeleri ne manaya geliyorsa, şimdi şahsa özel lattelerini yudumlarken sınıf siyasetinden söz edenlerin durumu da o. Serflerin durumu işbu zevat yüzünden. Bizatihi kendileri yüzünden olmasa da sebeplendikleri sistem yüzünden. Ama serflere kendi davalarına sahiplenmeyi bile bırakmıyorlar. Çevre hakkında cinsiyet eşitsizliği hakkında, hayvan hakları hakkında konuştukları tarzda, sınıf siyasetinden de söz ediyorlar.

İmdi…

Şikâyet ettikleri kimlik siyasetinin mucidi de kendileri idi. Altmışlarda da kimlikler vardı ve fakat kimlik siyaseti yoktu. Kimlikleri siyasallaştıranlar, bizzat bu hanımlar ve beyler oldular. Başkalarının kimliklerini tarif ederek değil, kendilerini aydın olarak tarif ederek, toplumun aydınlık insanları olarak tarif ederek. Olunması gereken insanlar onlardılar ve olmuştular. Ötekiler olmamıştı, olmuyorlardı, olmamakta ısrar ediyorlardı. Ve işbu zevat, dünyanın bütün toplumlarında, kendi gettolarında, toplumun kalanı hakkında fena halde kaygılanarak yaşadılar.

Girin herhangi bir sosyal mecraya, görüyorsunuz işte… Kendilerini gurbette hisseden bu tuhaf sınıf, “muhalefet, sınıf siyaseti yapmalı” deyip duran zevat, kendilerinden aşağıda gördükleri yığınlardan tiksindiklerini gizlemeye bile ihtiyaç duymuyorlar. Girebilseniz Galatasaray Liselilerin, Fen Liselilerin, Boğaziçililerin, ODTÜlülerin kendi aralarındaki sohbetlere, kimlikçiliğin şahını sergilediklerine şahit oluyorsunuz.

Birkaç alıntı…

“… bütün bu reklam bandı yapım ve pazarlama işi su katılmamış dolandırıcılıktı. Reklam satan bütün firmaların elinde internet kullanıcılarının bunları neredeyse hiç fark etmediğine, kimsenin reklama tıklamadığına dair bir dolu çalışma vardı. Ama bu gerçek, şirketlerin gerçekleri tahrif etmesini ve kendi cebinden ödediği etkinliklerde reklamın etkililiğinin ‘kanıtı’ olarak müşterilere sunmasını engellemiyordu (s. 181).

Hoş, finans sektörünün tamamen düzmece olduğu da söylenebilir; iş, yatırımları kâr ettiren ticari ve endüstriyel fırsatlara yönlendirmek olarak tanımlandığı halde, sektörde belki de en az vakit ayrılan iş bu (s. 223).

Eroin bağımlısı olan ve metadon tedavisine başlayan bir arkadaşım vardı. Doktorların doz azaltımı için hazır olup olmadığına karar vermesini beklemekten sıkılmış, aldığı ilaç miktarını günbegün azaltıp birkaç ay sonra, müthiş bir başarı hissiyle, tamamen temiz olduğu haberini vermişti. Doktorlarsa küplere binmişti; neyi ne zaman yapacağı kararını ancak kendileri gibi profesyonellerin verebileceğini söylemişlerdi. Sonradan, metadon programına hizmet verdikleri hasta sayısı üzerinden kaynak ayrıldığı ve kimseye uyuşturucuyu bıraktırmak gibi bir dertleri olmadığı anlaşılmıştı (s. 227 dipnot).

Sadece kendileri gibilerin girebildiği tuhaf mekânlarda lattelerini yudumlarken her şey hakkında ezbere konuşan zevat, ağırlıklı olarak yukarıdaki alıntılarda zikredilen sektörlerden karınlarını doyuruyorlar. Ya reklamcılar, ya finansçı. Sanayide istihdam edilmişlerse, üretim zeminini hiç görmeden aylar geçirebildikleri nezih odalarda powerpoint sunumları paylaşarak yaşıyorlar. Hekim iseler, devletten “hasta sayısı” üzerinden kaynak transfer ediyorlar. Ve saire…

Sözünü ettiğim zevatın hiçbir dişe dokunur iş yapmadan şatafatlı hayatlar yaşıyor olmalarına kızıyor olduğum —en azından içerlediğim— düşünülebilir. Kızmıyorum ve içerlemiyorum. Onları akıldışı bir sistemin mağdurları olarak görüyorum —bu mağduriyet kavramı ayrı bir yazı gerektiriyor. Kızdığım ve içerlediğim, esasen kendilerinin ürünü olan mevcut hali neoliberalizm, piyasa veya benzeri şeytanlara fatura etmeleri.

Graeber feodal düzende iktisat ve siyasetin iç içe geçmiş olduğunu teslim ediyor. Ama sonra bir şey olmuş, ikisi birbirinden ayrılmış da yetmişlerden sonra yeniden melanetlerini sürdürmek üzere kavuşmuşlar gibi bir hikâye anlatıyor. Öyle bir ayrılık olmadı. Hiç olmadı. Zaten olamaz. Sanayi toplumunda da, yani kapitalizmde de (yani yetmişlere kadar başat olan düzende de) el koyma ve yeniden dağıtım süreçleri iç içeydi.

Şimdi de öyle.

Yetmişlere kadar, kimin neyine ne kadar el konacağı, el konanın nasıl paylaşılacağı, büyük ölçüde sınai sermayenin etkisine açıktı. Sınai sermaye, en başta belirttiğim dinamiklerin neticesinde, daha en başta öğrenmişti ki, kendisinin büyümesi pazarın büyümesine endekslidir. Dolayısıyla el koyma ve yeniden dağıtım süreçlerinde piyasaya saygılı davrandı. Neoliberalizm denen süreçte, güya devletlerin küçülmesi hedeflenirken devletlerin payı büyüdü, piyasanın payı küçüldü. Dolayısıyla devletlerin belirleyiciliği arttı ve bu süreçte de iş yaratma geyikleri eşliğinde tırışkadan işler arttı. O tırışkadan işleri yaratanlar ve tırışkadan işlere yerleşenler, yüzümüze baka baka, “gördünüz mü bak, iş piyasaya bırakılınca işsiz kaldınız, eşitsizlikler büyüdü, manasız işlerde çalışıyorsunuz” filan deyip duruyorlar.

Sonra Trump diye biri çıktı. Yüzümüze baka baka on yıllardır türlü çeşitli yalanlar söylemiş olanlar “ama post-truth” filan diye geğirmeye başladılar.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin