Hava Yastığı

Işık, ABD’deki ara seçimlerin ardından Financial Times’da yayınlanan bir analizi paylaşmış. Doğru anladıysam, Financial Times’a erişmek abonelik gerektiriyor, ben onun paylaştığı kısmın özetini geçeyim.
İddia o ki, son seçim, bir vakittir sürüp giden bir eğilimi son kertesine taşıyıp, taçlandırdı. Yani, Cumhuriyetçiler, büyükçe yerleşim yerlerinin “tamamından” sürüldüler. Muhafazakârların kalesi olan —1861’de iç savaşın çıkış noktası olan— Charleston, Güney Carolina’da ve hatta iç savaşta Güney’in başkenti olan Richmond, Virginia’da bile Demokratlar kazandı.
Yazar, Fukuyama’nın, “Amerikan politikası ‘şehirlere karşı şehir olmayanlar’ biçimini alıyor” dediğini hatırlatmış. Fukyama bunu nerede demiş, biliyorum ama şunu eklemiş: “Tehlikeli olan, her iki tarafın da kendi geçersiz iddialarının kabuğuna rücu edecek olmaları.”
Burada bir mola verelim. Trump’ın seçildiği seçimlerden sonra, gerçekten de, tam da Türkiye’dekini andıran bir sağırlar diyaloğu başlamıştı. Demokratlar, seçilmiş Cumhuriyetçi delegelerin Trump’a oy vermemesi filan gibi hayallerin bile peşinden sürüklendiler bir ara. Ama sonra —daha önce de işaret ettim— akıl ve serinkanlılık avdet etti. Trump’ı ve “yönetimini” devirmeye/düzeltmeye çalışmak yerine, “bu insanlar Trump’a neden oy veriyor” sorusunun etrafında dolaşılmaya başladı. Anlaşılan o ki, beni kesen bu atmosfer Fukuyama’yı kesmiyor. Beni “kesmesi”, ilgili Amerikalıları Türkiye’deki muadilleri ile kıyaslıyor olmamdan, Fukuyama’yı “kesmemesi” ise olan biteni “olması gereken” ile mukayese ediyor olmasından kaynaklanıyor olabilir. Bilemedim.
Şimdi FT analizine devam edelim.
ABD’nin iki partisinin birbirinden uzaklaşmasının her seçimde biraz daha görünür olduğu iddia ediliyor. Ve… Demokratların, müreffeh şehirli seçkinlerin, etnik azınlıkların, College mezunu banliyö sakinlerinin ve özellikle de kadın mezunların bir “cihazı” haline geldiği… Yani? Yeni bir sosyoloji “zuhur ediyor”. Zuhur eden sosyoloji, partilerden birini “dönüştürüyor”, kendi vasıtası haline getiriyor.
Uzun yıllardır üzerinde tepinip durduğum husus bu. Türkiye’de değişen sosyolojinin partileri dönüştürme kabiliyeti yok. Çünkü toplum ile siyaset arasında kalın bir hava yastığı, bir amortisör var. Olsun diye “yapılmış” bir şey. Bir hata, bir arıza, bir kararın istenmeyen yan ürünü değil. Zaten öyle olması istenmiş. İstenmiş ki toplumda meydana gelen dalgalanmalar siyasete sirayet etmesin/edemesin. 12 Eylül rejiminin taammüden yaptığı bir şey bu.
Buraya kadarı —nispeten— anlaşılır bir şey. Kerameti kendinden menkul Generaller, derin akıllarıyla, toplumu oyunun dışında tutmanın devlet için elzem olduğu filan gibi “fikirler”e sahip olabilirler. Hatta bu tür “şey”lerin fikir olduğunu zannedebilirler de… Ama buradan sonrası açıklamaya muhtaç. Aradan bunca süre geçtiği halde 12 Eylül rejiminin değiştirilememiş olmasını, sadece mevcut sistemin siyasi parti genel başkanlarına sağladığı imtiyazın korunması çabasıyla da açıklayamayız. Ortada, Türkiye’nin siyasi düzenini değiştirme konusunda bir toplumsal talep yok.
Neden yok?
Bir defa herkes, mesela eşcinseller bile, “toplumun titreşimlerinden azade” bir “tepe”yi ele geçirip, “kendi doğrularını” hayata geçirme hayali kuruyorlar. (Eşcinseller için “bile” diyorum, çünkü aşikâr bir biçimde o “tepe”yi ele geçirme ihtimali en zayıf olanların arasında yer alıyorlar.) Ama mesele sadece bu değil. Meselenin hiç de “teknik” olmayan, çok daha “kavramsal” bir boyutu var ve belki teknik boyutundan daha da belirleyici. Türkiye’de siyaset, zaten, gündelik hayattan, her birimizin kendi dertlerinden, ilişkilerinden, hayallerinden bağımsız bir şey. Yani “gündelik hayatımızdaki biz” ile “siyasi tercihler yapan biz” arasında bir kama var. Yani, sözünü ettiğim amortisör, zaten, her birimizin kavram haritasında da var. Bizdeki değişimlerin “devletin tepesi”ndeki kararları etkilememesi gerektiği gibi bir kavrayış var. Bu hal, biz kusurlu insanların gündelik değişimleri ile kusursuz “doğru”lar arasına bir hava yastığı yerleştirme kaygısından kaynaklanıyor. Siyasete öyle bir misyon yükleniyor ve mesela çocuğumuz bu yıl Üniversiteye giriş için sınava girecek, en azından iki yıldır neredeyse “biricik” gündemimiz bu filan… Ama bu tür işleri siyasete “bulaştırmamak”, onu böyle şahsi ve pis mevzularla “kirletmemek” gerekiyor.
12 Eylül rejiminin kaynağı bu kavrayış olmayabilir ama onu sürdürebilmenin kaynağı, bence, bu kavrayış. Bizi “hastalandıran” da bu kavrayış. ABD’nin aksak, kusurlu, sıkıntılı partiler demokrasisini “hayatta tutan” ise, siyaset ile toplum arasında, bizdeki gibi bir amortisörün mevcut olmaması. Dolayısıyla toplumdaki değişimler, bir biçimde, siyasete doğru akacak yolu bulabiliyorlar. Ve dolayısıyla, ABD’deki toplumsal değişimin istikametine, hızına filan bakarak, gelecek hakkında tahminlerde bulunmak filan mümkün. Ama Türkiye’de… Toplum nasıl, hangi istikamette ve ne hızla değişirse değişsin, geleceği tahmin etme şansımız yok. Hepimiz düne kıyasla bir birim daha barışçı olsak bile mesela, barış imkânının arttığı tahmininde bulunamıyoruz. Çünkü barışıp barışmayacağımız bize bağlı değil.
Filan.
Işık ABD ara seçimleri hakkında başka şeyler de paylaştı. Onlar da, kısmetse, yarına…