Küçük Gölün Büyük Balıkları
Ayşe Çavdar, İslamcıların şehirle ilişkisinin kısa tarihini özetlemiş, ben öyle anladım. Eh, itiraf etmek gerekir ki günün mana ve ehemmiyetine, yani tecrübe etmekte olduğumuz rezilliğe uygun bir mevzu ve Çavdar’ınki de şık bir kavramlaştırma olmuş.
Zannedilmesin ki kifayetsiz küfürbazların bağırıp çağırarak, korkutarak, yasaklayarak ayıplarını ve suçlarını örtme çabalarını görmüyorum, onlar hakkında yazma mecburiyetinden kurtulmak için böyle mevzulara “kaçıyorum”. Bu yazıyı, dünkü yazıyı yazarken planlamıştım. O yazıda, ulus devlet denen şeyin sosyal kesimler arasında “taraf tutmak istemese bile”, dönemin teknolojik limitleri sebebiyle makbul vatandaşlar imal etmek zorunda kalabileceğine işaret etmiştim. Elbette Türkiye’nin ulus devleti öyle “taraf tutmak istemeyen” bir özne olmadı, bizim şahit olduğumuz dönemde. Ancak başlangıçta daha sağduyulu unsurları da içinde barındırdığına dair işaretler var. Benim anladığım kadarıyla, İzmir suikastı bahanesiyle defterleri dürülen “sağduyusuz” unsurların yanına katılarak, o sağduyu da bütünüyle tasfiye edilmiş.
Ve…
Devletimiz bir dizi fantezinin hayata geçirilmesiyle kendisini vazifelendirdiği bir faza geçmiş.
Çavdar’ın sözünü ettiği, “şehirle netameli/biçimsiz bir ilişkisi olan kesimleri”, sadece kendilerine bakarak anlamlandırmak, dolayısıyla, bana kalırsa, hakça değil. Çavdar’ın tespitleri doğru mu? Bence doğru. Ancak o kesimlerin şehirde kendilerini gurbette hissetmeleri, bir Cumhuriyet projesinin neticelerinden biri.
Hiç aklımdan çıkmayan bir hatıram var. Bir oteldeyiz, banyodan çıkmış, kurulanıyorum. Eşim (o vakitler evliydim) televizyonu açmış, bir tartışma programını izliyor. Yanlış hatırlamıyorsam Bozkurt Güvenç, “şehre göçü önlemeye çalışmak yanlış, daha çok şehirlileşmeliyiz, şehre göçü yönetmek üzerine kafa yormalı” mealinde bir şeyler söyledi. Ben kurulanmaya ara verip, yatağın ucuna çöktüm. Halim o kadar tuhaf olmalı ki eşim, “hayrola, n’oldu” diye sorma ihtiyacı hissetti. “Yahu,” dedim, “böyle bir lafı ahir ömrümde bu ülkede işitebileceğime ihtimal vermiyordum, çok şaşırdım.”
1990’lı yılların ilk yarısı olmalı. Türkiye’de şehirden konuşanlar, şehri paylaşmaya hiç yanaşmamışlardı o tarihe kadar. Çavdar’ın İslamcı diye kodladığı yığınlar, böyle bir şehre muhatap olageldiler. Acemilikleri, biçimsizlikleri, sadece kendilerine bakarak açıklanamaz.
Sittin sene, kendisini “en Cumhuriyetçi” olarak kodlayan her tanıdığıma sordum, “eğer nüfusu şehirlileştirmezseniz, muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı, onu aşmayı nasıl gerçekleştireceksiniz” diye. Hiçbiri dişe dokunur bir cevap vermedi. Esasen açığa çıktı ki, muasır medeniyet seviyesini aşmak filan umurlarında değil. Küçük gölün büyük balığı olmaktan başka herhangi bir ufukları, vizyonları yok. Göldeki küçük balıklara bakıp bakıp kendilerinden memnuniyet üretmekten başka bir hayat beklentileri de yok. Bu düzenin sürebilmesi için de, gölün denizlerden, okyanuslardan uzak olması elzem —o kadarına akılları eriyor. Küçük balıklar toplaşıp bir tehdit üretmeye başladıklarında generallerini, yargıçlarını göreve çağırıyorlar. Onlar da gölü denizlerden ayıran duvarı tahkim ediyorlar.
Öyle işte.
Sonra soruyorlar, neden mütemadiyen okumuş yazmış, şehirli kesimlere laf ediyorum diye. Türkiye’de şehirli yok. Türkiye’nin şehirlileri kasabalı. Kasabalılarının kasabalılığından, şehre geldiklerinde kendi kasabalılıklarını da denklerinin arasında getirip şehrin ortasına sermelerinden rahatsızlık duymakta tasarruf etmiyorum ben de. Ama onlar gelmeden önce şehirler varmış, orada şehirliler varmış, filan… Masal bunlar. Şehirli, tanımı icabı, dışarıdan gelene dirsek çevirmez, dışarıdan gelen kasabalı bile olsa. Türkiye’nin şehirlileri, yani şehirlerde ikamet edenleri, şehirli olmadılar. “Olamadılar” değil, “olmadılar”. Olabileceklerini biliyorlardı, olunabileceğini biliyorlardı, olmamayı tercih ettiler. Şehirli olmayı umursamadılar.
Sonra küçük balıklar büyüdü. Küçük gölün büyük balıklarının ne yapacaklarını bilmedikleri apaçık ortaya çıktı.