Neyin Pınarı?
Önce pozisyonumu netleştireyim.
Savaşa, savaşın her türlüsüne prensip olarak muhalifim.
Gerçeklik yokuşunu tırmanmak zorunda kaldıklarında prensiplerin su kaynatabileceğini bilecek kadar yaşadım. O bilgiyle baktığımda da fikrim değişmiyor, sınırın güneyinde sahnelenen tiyatroya karşıyım. Dekor ve kostümler sakil, oyunculuklar berbat, senaryo aksak…
Bu ön bilginin üzerine, olup biten şeylere, sanki bizi ilgilendirmeyecek kadar uzakta, sanki Peru ve Bolivya sınırında yaşanıyorlarmış gibi bakmaya çalışalım.
Siyasetçilerin tercih ettikleri dile göre de, sosyal medya kahramanlarının diline göre de, sınırın ötesine yapılan harekât, terör örgütüne karşı yapılıyor. Ancak mezkûr terör örgütü, uzun süredir, terör faaliyetlerinde bulunmuyor. Terörle iştigal etmiyor da ne yapıyor? Devlet kurmaya çalışıyor. Kurduğu devlet nüvesini geliştirmeye, ona meşruiyet kazandırmaya çalışıyor.
Yani?
Hepimiz biliyoruz ki derdimiz terör değil. Sınırın güneyinde bir devlet kurulması. Eh, kurmaya çalışılan devlet kurulmazsa sınırın güneyi boş kalacak değil, zaten Suriye diye bir devlet vardı ve her durumda orada bir devlet olacak. O halde derdimiz ne? Sınırın güneyinde kurmaya çalışılan devletin Kürt vatandaşları da olan Arap devleti olmayıp, Arap vatandaşları da olan Kürt devleti olması.
Başlangıçta işin adını doğru koymuş olalım.
Türkiye’nin, güneyinde bir Kürt devleti olmasını istememesi anlaşılır bir şey mi? Anlaşılır. Proaktif bir tutumla onun oluşumunu önlemeye kalkabilir mi? Kalkabilir. Peru, Bolivya topraklarında benzer bir öngörüyle tedbir alsa, uzaktan bakınca, Peru’yu yönetenleri takdir ederdik herhalde. Ama birileri de diyebilirdi ki, Peru’yu yönetenler Peru’ya pek de güvenmiyor olmalılar. Eğer Peru’ya güvenseler, kendi vatandaşlarının sınırın ötesinde kurulacak bir başka devlet tarafından ayartılabileceğinden endişe etmeseler, böyle manasız maceralara tevessül etmezlerdi.
Kaldı ki, Peru’yu yönetenler aslında bir devlet oluşumunu daha rüşeym halindeyken yok etmek için giriştikleri bir faaliyeti terör gibi bir bahaneyle meşrulaştırmaya çalışıyorlarsa… Kendilerine ve ülkelerine hiç güvenmediklerine bu da delil. Yaptıkları işi kendileri gayrimeşru görüyor olmalılar ki yalan bir meşruiyet icat etmeye çalışıyorlar.
Kim yalan söyler?
Kendilerini çok akıllı zanneden budalalar. Kendilerini başkalarından daha akıllı zannetmek, yalan söylemek için elzem. İşin tuhaf yanı şu ki, gözümüze baka baka yalan söyleyenler pek akıllı sayılmazlar. Bugüne kadar yapıp ettikleri buna delil de… İlaveten yaptıkları işe muhalefet eden herkesi polisiye tedbirlerle susturmaya çalışmaları da gösteriyor ki, kendilerinin pek de akıllı olmadığının farkındalar. Yoksa! Yaparsın, muhalefet ederler, eğer müdafaa edilebilir bir pozisyondaysan argümanlarını pat diye ortaya koyarsın. Karşı taraf da mat olur.
Öyle olmuyor.
Birileri muhalefet ediyor ve “vatandaşların aklını karıştırmak” başlığı altında özetlenebilecek sebeplerle takibata uğruyorlar. Kendilerini seçerken pek akıllı olduğunu teslim ettikleri ahali, birden, onlara muhalefet edenler tarafından kolayca kafası karıştırılacak kadar budala oluveriyor. Neresinden tutsak elimizde kalan bir oyun bu.
Peki, nasıl sona erer?
Bu bir savaş. Savaşları, birbirinden ciddi ölçüde izole oldukları için bir diğerinin teknolojisinden haberdar olmayan iki taraf arasında gerçekleşmiyorsa, hemen her vakit, iktisadi potansiyeli yüksek olan kazanır. Yani mesela İspanyollar Aztekler ile karşılaştığında savaşın neticesini tayin eden faktör teknoloji farkıydı. Ama mesela İkinci Dünya Savaşı, finalinde göz kamaştırıcı bir teknolojik gösteri yer alsa da, esasen iktisadi potansiyeli daha yüksek olanın, daha uzun süre dayanabilenin kazandığı bir savaştı.
Türkiye son derece kırılgan bir ekonomiye sahip. Ama bu haliyle bile iktisadi potansiyeli, Kürt ön-devletinin iktisadi potansiyelinden çok yüksek. Dolayısıyla, taraflar sahada bir başlarına kalırlarsa, Türkiye’nin bir zafer kazanması için çok süreye ihtiyacı olmaz.
…da…
Zafer ne?
Mesela Cortes ve eşkıyaları için zafer, Montezuma’nın altınlarına el koymaktı. Birinci Dünya Savaşında zafer, karşı tarafın topraklarına –en azından bazı sömürgelerine– el koymaktı. Ama İkinci Dünya Savaşında zafer, karşı tarafın teslim olduğunu kabul etmesinden ibaretti. Şimdi zafer ne olacak?
Kürtler sınırın güneyinde demografiyi nasıl ve ne kadar değiştirdiler, bilmiyorum. Bu savaşın neticesinde Türkiye muzaffer olursa, demografiyi nasıl ve ne ölçüde değiştirebilir? Neyi hayal edebilir? O hususta da bir fikrim yok. Ama eğer insanlık dışı kıyımlara tevessül edilmeyecekse, bölgede ciddi bir Kürt varlığı kalacak. E hadi, devletleri olmayacak. En azından şimdilik olmayacak. O devlet ne kadar süreyle daha ertelenebilecek? Artık ertelenemez hale geldiğinde, o müstakbel Kürt devletinin Türkiye ile ilişkileri nasıl olacak?
Yani, eğer zafer kazanılsa bile pek de zafere benzemeyecek gibi görünüyor girilen maceranın sonu.
Ve… İki tarafın iktisadi potansiyelleri arasındaki fark her ne olursa olsun, savaşın neticesini tayin etmeye yetmeyebilir. Daha doğrusu taraflar sahada yalnız değiller. Memlekete vaziyet edenler ve klavye silahşorları ABD’ye filan gider yapıyor olsalar da, hepimizin gözü önünde olup bitiyor her şey. Türkiye sahaya girmek için icazet almak zorunda ve alabildiği için girdi. Ne için icazet alındığı da meçhul.
Hatırlatmak hoş olmayabilir ama Saddam da Kuveyt’e girmek için icazet almıştı. Sonra o icazeti veren –hatta Saddam’ı Kuveyt’e girmeye teşvik eden– özne, Saddam’ın Kuveyt’e girmesini bahane ederek onu, esas mühimi Irak’ı tarumar etti. Saddam ve avanesi Kuveyt’e girerken de, sonrasında da, şimdi Türkiye’deki savaş yanlıları gibi horozlanıyorlardı. Dolayısıyla, bana kalırsa, vatanseverlik, yapılıp edilen işi eleştirmeyi gerektirir.
Sahada yalnız değiliz. Son derece karmaşık bir denklemin orta yerine daldık. İşin nasıl nihayetleneceğini tahmin etmek müşkül. Yine de konuşulacak, öğrenilecek çok şey var. Devam ederiz.