Nikola’dan Erdoğan’a

Netflix’te The Last Czars adıyla bir dizi var, Romanov hanedanının son ferdi olan Nikola II’yi anlatıyor. Son dönemde moda olduğu üzere, filmin arasına uzmanlar girip açıklamalarda, yorumlarda bulunuyorlar. Her birinin sağlam unvanları var ama ettikleri laflar pek lafa benzemiyor —dolayısıyla uzmanların manasızlığı konusunda son dönemde sarsılan imanımı tazelemeye yardımcı oldular, sağ olsunlar.
Nikola şurada şu tercihi değil de bu tercihi yapsaymış, filanca yerde falancanın sözünü dinleseymiş, olup bitenler olduğu gibi olmayacakmış gibilerden müdahaleler var. Ya nasıl olacakmış? Orası meçhul.
Uzaktan bakınca, 20. Yüzyılın başındaki Rusya öyle pek de ümit verici bir şeymiş gibi görünmüyor. Muhtelif göstergeler açısından bakıldığında, kocaman bir şey, evet. St. Petersburg’dan hükmedilen topraklar olağanüstü geniş. Yeraltı zenginlikleri açısından —ki dönemin şartları hesaba katılırsa olağanüstü önemli bir faktör— göz kamaştırıcı. Küçük bir azınlığa olağanüstü iyi bir eğitim verilmiş, matematik, müzik, edebiyat alanlarında dünya çapında insanlar yetiştirilmiş. Uzunca bir süredir Avrupa siyasetinde ağırlığı kabul edilen bir aktör. Slavlık ve Ortodoksluk üzerinden kozları var ve kozlarını masaya sürmekte hiç cimrilik yapmıyor. Güçlü bir ordusu var —gibi görünüyor, hem Çarlarına hem de düşmanlarına öyle görünüyor. Ve iştahlı. Güneyinde can çekişmekte olan Osmanlı’nın halini herkesten iyi biliyor ve meşhur sıcak denizlere inme hayalini besleyip büyütüyor.
Dizide Rusya’nın bu hali pek de hissettirilmiş değil, bunları tarih bilgilerime yaslanarak söylüyorum. E peki, Rusya’yı bütün bu dinamik görünümüne rağmen neden ümit verici bulmuyorum? Çünkü çağ değişiyor ve Rusya pek farkında değil gibi… İktisadi şartlar değişiyor, zenginliğin ve gücün kaynakları çeşitlenip değişiyor —Rusya da sanayileşiyor mesela ama ne Avrupa’nın ve hatta ne de kısa süre sonra karşısında bozguna uğrayacağı Japonya’nın vitesinde değil. Karmaşıklaşan sadece iktisat değil, paralel olarak toplumlar da karmaşıklaşıyor ve o karmaşıklaşmaya uygun cevaplar üreten, devlet denen aygıtı uygun bir biçimde güncelleyen ülkeler, toplumlarının giderek daha geniş kesimlerini entelektüel ve iktisadi olarak daha verimli hale getiriyorlar. Rusya ise küçük, kibirli ve zengin bir azınlığın oynadığı, geniş yığınların seyirci olduğu bir ülke. Yakından bakınca pek fark edilmiyor olabilir ama yeterince uzaktan bakınca, doğmakta olan yeni dünyaya hiç uygun olmayan bir şey olduğu aşikâr görünüyor olmalı. Dolayısıyla, öyle ufak tefek dokunuşlarla kaderi değişecekmiş gibi görünmüyor.
***
Bütün bu gerçeklikler, Nikola’nın basiretsiz biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor elbette. Dizide ima edildiği kadar basiretsiz miydi, en son kimi dinlerse onun dediğini mi yapıyordu gerçekten, Çariçe dizide anlatıldığı kadar müessir miydi, Rasputin dizide anlatıldığı kadar etkili miydi, bilmem mümkün değil. Ancak tarihte olduğunu bildiğimiz olaylara bakarak diyebiliriz ki, evet, son derece basiretsiz biriydi. Gelmekte olanı idrak etmekte son derece kifayetsiz kaldığına, yeterince geniş bir ortak aklı seferber edemediğine, güç kullanarak, korku salarak şeytanı kovabileceğini zannettiğine dair sayısız ipucu var. Çok daha basiretli olsaydı da imparatorluğunu kurtaramazdı belki ama Rusya’nın kan gölüne dönmemesi, kendisinin ve ailesinin de daha uzun yaşaması belki mümkün olabilirdi.
Olmadı.
Belki de, daha basiretli olsaydı da yetmezdi, çünkü mesele bir sosyal/siyasi organizasyon meselesi —bu hususa az sonra geleceğim.
Şimdi tarihi gerçeklikleri bir yana bırakıp, diziye, dizinin anlattığı hikâyeye dönelim. Dört kız çocuğundan sonra nihayet bir oğlu olur, hanedan için bir varis doğurur Çariçe. Ne var ki oğlan hemofili hastasıdır —Avrupa handanları için tanıdık bir hal. Ve enteresan bir paradoks doğar: Hanedan için bir varis doğar ama varisi hayatta tutmak için yapılıp edilenler, hanedanın sonunu getirir —oğlan da on dört yaşındayken Bolşevikler tarafından öldürülür.
Hayat böyle işte.
***
Diziyi izlerken mütemadiyen zihnimi meşgul eden husus ise başka —çok daha basit. Hikâyenin nasıl biteceğini biz biliyoruz ama Çar, Çariçe ve Rasputin bilmiyorlar. Bizim bildiğimiz şekilde bitebileceğine de ihtimal vermiyorlar. Söyleyen olmuyor mu? Oluyor. Ama başka türlüsünü söyleyen de oluyor.
Mesele şu ki, her birimiz, her an, nasıl biteceği hakkında bir fikrimiz olmayan, ancak tahminlerimiz olan bir hikâyenin içinde kararlar verip duruyoruz. Ve mezkûr hikâye de bizim o kararlarımızdan oluşuyor. Yani hikâye yok, kendimiz yazıyor, kendimiz okuyoruz.
Ve Nikola için de öyle, Erdoğan için de öyle, Süleyman için de öyle.
Rusya savaşa giriyor. Almanlara karşı. Almanların gücü, gücünün kaynakları filan hakkında hiçbir şey bilmiyor değil herhalde Nikola ve generalleri. Rusya hakkında da hiçbir şey bilmiyor değiller. Ama savaşın neticesi hakkında bir bahis oynayacak olsalar, görünüyor ki, kendi lehlerine oynayacaklar. Olaylar tahmin ettikleri gibi gelişmiyor. Tarihten de biliyoruz ki, öyle gelişmiyor. Öyle gelişmiyor olduğunu, bir yerlerde hesap hatası yaptıklarını, herhalde, birkaç ay içinde fark ediyorlardır. Ama “çekilelim” deme şansları varsa da akla en son gelecek seçenek o. Hesap hatasını telafi edeceğini düşündükleri şeyler yapıyorlar, şurada kaybettiklerini burada kazanmaya kalkıyorlar, muhtemelen Almanya’nın ve müttefiklerinin diğer cephelerde kaybetmesine kadar dayanmayı hayal ediyorlar. Dayanmayı, yani her hafta binlerce Rus köylüsünün cephede can vermesini…
Ve…
Gerçekten de hayal ettikleri gibi gelişebilirdi her şey. Mesela İkinci Dünya Savaşında tastamam öyle gelişti. Britanya dayandı ve Alman gücü aşındı, aşındı. Sonra, bir noktada, terazinin topuzu tersine döndü. Nikola’nın Rusya’sı dayanamadı, kırıldı.
İktisatta da durum farklı olmaz mesela. Rüzgârlar sertleşir, “dayanırsam, bu fırtınayı atlatırsam, çürük dalların ayıklanmasından sonra ayakta kalanlardan olursam, her şey öncekinden de iyi olacak” dersiniz. Dayanabilenler için gerçekten de öyle olur. Mesele şu ki, kimin dayanabileceği önceden bilinemez.
Yukarıda söyleyip durduklarımı, yıllardır, muhtelif misallerle, Erdoğan ve taifesinin karşısında hizalananlar üzerinden söyleyip duruyorum. Erdoğan’ın karşısında olduğunu söyleyenler, “hah, bu rüzgâra dayanamaz, bu defa düşecek” diyorlar. Oyunu tabiata karşı Erdoğan’ın oynadığı varsayımıyla… Erdoğan her defasında dayanıyor. Çünkü karşısında, aynı rüzgâra karşı dayanmaya çalışan bir rakip yok. Unutuluyor olan o ki, tabiat diye bağımsız bir şey yok. Ekosistem diye bağımsız bir şey yok. Rusya Almanya’nın yarattığı rüzgâra karşı, yani Almanya’ya karşı, Almanya’dan daha uzun süre dayanmaya çalışıyordu. Krizde dayanmaya çalışan müteahhitler, diğer müteahhitlere karşı, onlardan daha uzun süre dayanmaya çalışıyorlar. Ekosistem, birbirini sınırlayan unsurlardan müteşekkil yani. Erdoğan ve diğer siyasilerden mesela. Erdoğan haklılığa karşı diye bir film yok.
Erdoğan’ın karşısında olduğunu varsaydığımız CHP adına konuşan Yunus Emre ne diyor: “İktidarın karşısında sert tepkiler vermek, -her ne kadar kısa vadede yüreğimizi soğutacaksa da- AKP ve MHP’nin siyasi tuzağına düşmek olur ve uzun vadede muhalefetin yürüttüğü başarılı stratejiyi baltalayacaktır.” Yani? Biz yokuz, bizi saymayın, bunlar kendi kendilerine düşecekler.
Bence düşmezler.
Demiyorum ki kitleleri sokağa kışkırtın, Süleyman’a yem edin. Ama başarılı bir stratejiniz yok —başarısızı da yok zaten. Ortada bir strateji yok. Erdoğan’ın kendi kendisine düşmesini beklemekten başka bir tutum yok, nerede kaldı strateji!
Nikola’nın karşısında önce Japonya, sonra Almanya vardı. Ama içeride bir özne yoktu. Toplumsal bir muhalefet yükseliyordu, evet, Türkiye’de şimdi olduğu gibi. Nikola o toplumsal muhalefeti hafife almıştı ama esasen Japonya ve Almanya karşısındaki maceralara hevesli olmasına yol açan da, içeride teskin edemediği toplumsal muhalefeti dolaylı yollarla, dışarıda kazanacağı zaferlerle geriletebilmekti —şimdi Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı gibi. Sonunda toplum patladı. Ortada bir tek lider yokken patladı. Nikola’ya karşı bir alternatif imal edilememişken patladı. Rusya kan gölüne döndü.
Siyaset, eğer sahipsiz kalırsa herkesi süpürüp götürecek olan toplumsal çelişkileri, toplumun lehine ve kansız bir biçimde kanalize etme sanatıdır. Bunu yapmaya yeltenmeyecekseniz, orada ne işiniz var? Bunu yapmaya yeltenmeyecekseniz, ahalinin Erdoğan’ın arkasında durmasına hangi yüzle itiraz ediyorsunuz? Erdoğan yanlış hesap yapıyor ama bir hesap yapıyor. Bir hesap yapmaya bile teşebbüs etmeden o koltukları hangi yüzle işgal ediyorsunuz?
Erdoğan, tıpkı Nikola gibi, Türkiye’nin imkânlarını ve sınırlarını yanlış hesap etti, kendi arkasındaki kesimlerin talep ve beklentilerini yanlış anladı, saçma sapan maceralara girdi. Ama 21. Yüzyılın başındaki Türkiye, 20. Yüzyılın başındaki Rusya değildi, CHP diye bir şey vardı mesela. Nikola’yı durdurabilecek, frenleyebilecek, Rusya’nın kan gölüne dönmeden küçülmesini ve çağa uymasını sağlayabilecek unsurlar yoktu. Toplum da —çağın gereği— yeterince organize değildi. O dönemin Rusya’sında olmayan her şey, 21. Yüzyıl başının Türkiye’sinde güya vardı.
Güya…
Yokmuş ve hâlâ yok.
Erdoğan’ın gidişatı kendi kendine idrak edip, kendi kendisini frenlemesini bekleyenler var. Hep oldular. Hayal gördüklerini hep söyledim. Mesele şahıslar meselesi değil, örgütlenme meselesi. Örgütlenme dediğim de, işte, frensiz gidenlerin önüne çıkıp onu frenlemeye zorlayanların olması filan. Ta en başından beri yapılması gerekenler vardı, yapılmadı. Gezi’de, Gezi’den sonra, 7 Haziran’dan önce, Haziran-Kasım arasında, dokunulmazlıklar gündeme geldiğinde, referandumdan önce, sonra… Hep, “Erdoğan artık bunu yapamaz” varsayımıyla, “yol bitti, düşecek kendi kendine” diye bir dâhice bir strateji izlendi.
Nikola evet, kendi kendine düştü. Nikola düşerken bütün Rusya tarumar oldu.