Özkök’ten Nişanyan’a
Ertuğrul Özkök, “Hazreti Xennt ve karanlık dinin son peygamberinin son yemeği” başlıklı bir yazı yazmış. Kendisi mi spot olarak başlık altına çıkarmış, T24’ün işi mi bilemem ama başlığın altında, “Xennt gerçekten bir internet peygamberi midir? Kapkaranlık bir yeni dinin vahiycisi midir?” filan diye gevelemiş. Soru formunda… Sonuna soru işareti konmuş yani, yerseniz. Yani başlıktaki yargıç tavrı, güya sorumlu bir gazeteci tutumuyla dengelenmiş. Ama fazla dengelenmesin diye de, “kapkaranlık bir yeni din” filan gibi ithamlar ihmal edilmemiş.
Kapkaranlık bir yeni din, o dinin vahiycisi, ama başlığa bakarsak aynı zamanda zaten var olduğu kabul edilmiş karanlık bir dinin son peygamberi —demek ki daha önce de peygamberleri varmış, demek ki daha önce de menhus din varmış. Yani herhalde bugüne kadarki son peygamberi. Filan. Özkök gibi mahlûklarda mantık aramak beyhude. Gösterişli, mümkünse estetize edilmiş ifadelerle okur “avlanacak”. Okurun avlanması sürecinde mantık ne kadar ağır bir ayak bağı olur, tahmin edebilirsiniz.
Şimdi de zannedeceksiniz ki, Özkök’ün mantıkla bağlarını koparmasına değilse de gerçekle bağlarını koparmasına takıldım. Okur avlama faaliyeti öylesini gerektirdiğinde, gerçeği feda ediveriyor olmasından müştekiyim. Hayır, o da değil. Derdim Özkök’ün —ve kendisi gibilerin— asgari ahlakla bağlarını koparmış olmalarından kaynaklanıyor. Bu halleriyle, yani mantıkla, gerçekle ve ahlakla bağlarını iptal etmiş halleriyle, Özkök ve benzerleri, onlarca yıl boyunca memleketin kanaat fabrikalarının üretimlerini planladılar. Bugün yaşananlar, Özkök’ün yaptığı işleri onun kadar becerikli bir biçimde yapmaya kabiliyeti olmayanların aynı makamlara yerleşmiş olmasının tezahürü.
Özkök’ün “çarpıttığı” hikâye şöyle: Tuhaf” biri olduğu aşikâr olan Xennt’i daha kasabalarına yerleştiğinde mimleyen Alman yetkililer, onu ve ekibini paketleme işlemini tamamladıklarında, tahmin ettikleri “suçları” bulamıyorlar. Bulamadıklarını Özkök’ün sözünü ettiği belgesele röportaj veren Alman memurların sakınımlı lisanlarından, kullandıkları ifadelerden hissediyorsunuz. Paketlenmesi için onca masraf edilmiş olduğundan bir ceza verilmesi gerekiyor elbette, aksi halde vergi mükelleflerine hesap verilmesi zor. Ama öyle “kapkaranlık bir dinin son peygamberine” yakışacak türden bir ceza değil verilen —ve anlaşıldığı kadarıyla halen temyizde. Ortada bir din yok, bir peygamber yok, iddia edilen suçlar yok. Önyargılarla yürütülen aptalca —memur aklıyla— bir “operasyon” var.
Ve…
Özkök gibileri abad eden düzen için tehdit olabilecek olan tuhaf, norm dışı herkese düşmanlık eden Özkök, kendisi gibi olan herkes adına, yaylım ateşle saldırıyor. Öyle başlık altındaki soruları ima eden herhangi bir tereddüt hali yok. “Koşun ey ahali, koro çocuklarının düzeni tehdit altında” çağrısından başka herhangi bir şey yok. Düşmanlarını imha etmek için ne lazımsa yapma kararlılığı var —mantığı, gerçeği, ahlakı küpeşteden atmak da dâhil.
İşaret edeyim, defalarca dediğim gibi, ben bir koro çocuğuyum. Öyle yetiştim, yetiştirildim. Bir nevi, Steinbeck’in “East of Eden”indeki Aaron gibiyim. Yani Xennt benim için de “yabancı”. Kendisiyle oturup konuşmaya kalksak, “havalar da birden soğudu” dışında bir şey konuşma şansımız yok. Vakt-i zamanında bir öğrencimin bölümün sekreteri ile akrabalığı olup olmadığını sorduğumda verdiği cevaptan kopya çekecek olursam, “hayata takılış frekanslarımız farklı”. Yani kendisini sevebileceğim biri değil Xennt.
İyi de…
Bir yandan da dünyanın çarklarını sokak çocuklarının, yani Callerin döndürdüğünü de bir yaşta öğrendim. Diyelim ben yanılıyorum, Caller pek de makbul insanlar olmayabilir. Yine de, Özkök ve —yazıyı yazarken faydalandığı anlaşılan metinleri yazan— meslektaşlarının, kendilerini abad eden düzeni korumak uğruna böyle pervasıca, böyle fütursuzca, böyle ahlaksızca tutum almalarının bir bedeli olmayacak mıydı? Oldu. ABD’deki Özkök muadillerinin —mesela NYT editörlerinin veya Harvard profesörlerinin veya Hollywood yapımcılarının—ahlaksızlıklarından bezmiş olanlar Trump’ı seçtiler mesela.
***
Ben bu yazıyı yazarken, Nişanyan da mutat Pazar Sohbetinde benden söz etmiş. Mevzua “birkaç ayda bir bana taş atar” diye girmiş. Açıkçası Nişanyan’a yakıştıramadım. Benim onun adını andığım yerlerde yaptığım şeyi biri bana yapsa, “taş atmak” diye tarif etmezdim.
Neyse…
Esas mevzu şu: Nişanyan bu memleketin sokak çocuklarından biri. Memleketin sokak çocuklarının en vasıflı olanlarından, sokak çocukluğunun hakkını en iyi verenlerinden biri. Sokak çocuklarının arasında en sevimli olanı da olabilir. Yani bizim Nişanyan ile “hayata takılış frekanslarımız” farklı. Bizim bir programda buluşmamızı isteyenler şöyle seyirlik bir horoz dövüşü izlemek istiyor iseler, muazzam bir hayal kırıklığına uğrarlar. Yok, şöyle seviyeli bir “tartışma” bekliyorlarsa, Nişanyan’ın ilgili programdaki açıklamaları da gösteriyor ki, öyle bir tartışmanın zemini yok.
Şöyle ki…
Nişanyan liberalizm, sosyalizm gibi “fikirlerin” referans olduğu bir dünya anlatıyor. Haklı mı? Haklı. Öyle bir dünyada yaşadık, büyüdük. Ama bu veya benzeri “fikirler” benim referansım olmadı hiç. Benim referansım insan. Öyle vıcık vıcık bir hümanizmden filan söz etmiyorum. Etiyle kanıyla, ahmaklığıyla, cinliğiyle, hatası sevabıyla insanı referans alıyorum. Uzun süredir böyle. (Bu arada Nişanyan’a hatırlatayım, kendisinden 260 gün kadar büyükmüşüm, saygıda kusur etmemesini bekliyorum).
Sosyalizm tatbikatı mesela, pekâlâ “eşitlik” gibi bir “fikrin” fırsat sahibi olmayanların da fırsat sahibi olması önceliğiyle hayata geçebilirdi. Ben de o sosyalist düzenin yanında yer alırdım. Ama öyle olmadı, “yukarıda” yuvalanmış ve bütün fırsatların üstüne oturmuş birilerinin herkese yerini dayattığı bir örgütlenme biçimine evrildi. (İşaret etmiş oldum ki, benim “baktığım” yer fikirler değil, örgütlenme biçimi.)
Bugünkü Batı medeniyeti, daha önce fırsat sahibi olması hayal edilemeyecek kadar çok insanın fırsat sahibi olması “sayesinde” bir iş yaptı. Şimdi geldiği noktada, artık büyük fikirler, büyük insanlar çıkaramıyor diye karşısında yer alıyor değilim. Nişanyan’ın da midesini bulandırdığını anladığım şekliyle, “büyük yalanlar” inşa edip Özkökgiller vasıtasıyla yaydığı ve… Bir azınlığın işine gelen “düzeni” bir gün daha sürdürmek için insanları hiçleştirdiği için karşısındayım. Bugünkü pratikleri itibariyle, mesela, Rusya ve Çin’den de büyük insan çıkmıyor ama mesele o değil, “muhalif” çıkamıyor. Rusya ve Çin’i bilmek, gidip oraları görmek gerekmiyor, oralarda muhalif olmanın imkânsızlığını “görmek” için. Alçak Batı medyasının pazarladığı bir yalan değil bu, bizzat kendilerinin övünç kaynağı.
Nişanyan’a, “sıradan insana şans vermeli, sıradan insanın hata yapmak da dâhil her şansı artırılmalı” desem, yüzünde muzip bir “sen nasıl saf/salak bir memursun” gülümsemesi belireceğini tahmin edebiliyorum. Ben onun gibi muzip bir gülümsemeyle cevap veremem ama “büyük fikirler, büyük insanlar, şu muazzam Katedralleri hayal edecek hayal güçleri” dediğinde bende oluşan anlamazlığı ve çaresizliği nasıl ifade edeceğimi bilemem. Ortak düşmanlarımız olması, düşmanlarımızın aynı olması, ikimizin ortaklaşacağı bir zeminin mümkün olduğu manasına gelmiyor. Ben sıradan insana ve kendiliğinden örgütlenmeye inanıyorum. Nişanyan’a eziyet etmek de en istemeyeceğim şeylerden biri.