Parmak Sallamanın Dayanılmaz Hazzı

Dün yazdıklarımı yazmayı daha önce düşünmüştüm ama elim klavyeye gitmemişti. Neden gitmemişti? Mevzu hakkında yeterince yazıp çizdiğimi düşünüyorum, voleybol misali üzerinden söyleyeceğim her şey tekrar olacaktı. Öncesinde yazmayı düşünmemi tetikleyen neydi? T24’te Şükran Pakkan’ın yazdığı bir yazı. Bence yazıyı okumalısınız, hanımefendi eğlenceli —İzmirli— bir üslupla yazıyor, kafası berrak. Hatta bu yazının devamını okumadan okursanız daha iyi bile olur.
Pakkan’ın beni en çok kışkırtan ifadesi şu: “Bana sorarsanız, Türkiye’de son yıllarda yeni bir meslek türü var: TasvipÇİ. Herkese karışıyor, tasvip etmiyorlarsa utanmadan, gocunmadan söylüyorlar.”
Yaa..
Birileri herkese karışıyormuş, tasvip etmediklerinde de… Utanmadan… Gocunmadan… Yani nasıl? Mesela Şükran hanım gibi. Kızını voleybola yollamaktan vazgeçmiş olan babanın yüzüne karşı söylememiş ama bize “utanmadan, gocunmadan” anlatıyor mesela. Voleybolcu kızlara yeterince siper olamadığımızı tespit etmiş, tasvip etmemiş, yüzümüze baka baka, utanmadan, gocunmadan söylüyor —kendisini de bize katması mevzuu hafifletmiyor. Hepsini geçtim, tasvipçileri tasvip etmediğini, utanmadan, gocunmadan söylediklerinden şıp diye anlıyoruz.
Şükran hanımın yaşı elvermeyebilir, ben deyivereyim, memlekette herkese karışan, tasvip etmediklerini utanmadan, gocunmadan söyleyen çok kişi, “hep” oldu. Tıpkı Şükran hanım gibiler, benim gibiler. Fazla uzaklaşmaya lüzum da yok, T24’ün sekmeleri arasında rastgele gezinse, yıllardır bu işi yapan sayısız insanın bugün de aynı mesaiye devam ettiğini görecek.
Yani?
Şükran hanım yeni bir anomaliymiş gibi söz ediyor ama son derece klasik ve normal bir halden söz ediyoruz. Fakat Şükran hanım büsbütün haksız da değil, yine de bir fark var. Nedir o fark? Bundan yirmi yıl önce tasvipçilik yaptığını sadece müdavimi olduğu kahvehanenin diğer müdavimlerinin bildiği kişiler, bugün meydandalar. Hepimiz —mesela Şükran hanım da— biliyoruz onları. Çünkü artık sosyal medya var.
Ne anlıyoruz? Şükran hanım, sosyal medya vasıtasıyla kendisine ulaşan mesajların sahiplerini tasvipçiliğe layık görmüyor. Ama kendisinden şüphesi yok —o utanmadan gocunmadan herkese karışabilir. Ben Şükran hanımgillerdenim, yani herkese utanmadan gocunmadan karışmış, karışması da nispeten normal karşılanmış olanlardan… Yani Şükran hanımı okuduğumda “vay namussuz karı, kendisine hak gördüğünü bana hak görmüyor” diye dellenecek bir halim yok. Öte yanda Şükran hanımı ve/veya beni okuduğunda, “aa, herkese karışılabiliyormuş, utanmaya, gocunmaya lüzum yokmuş” diyenler var.
Eskiden de vardı onlar, dediğim gibi. Kahvehane köşelerinde ahkâm kesiyorlardı, sesleri Şükran hanıma ulaşmıyordu. İşi bu olup işinin hakkını verenler, sosyolojiyi kahvehane köşelerinde de mercek altına yatıranlar onların mevcudiyetinden ve nelere nasıl karıştıklarından haberdardılar. Eskiden de Şükran hanımgillere ve benim gibilere diş biliyorlardı.
Çünkü…
Eskiden beri —yani ”meslekten”— tasvipçi olanlar, kahvehane köşelerinde amatör tasvipçilik yapanların mensup oldukları kesimlerin kıyafetlerine, ayakkabılarını kapı önünde çıkarmalarına, evlerini flüoresanla aydınlatmalarına, dinledikleri müziğe, piknikte mangal yapmalarına kadar “her şeylerine” utanmadan, gocunmadan karışmışlardı.
İmdi…
Nevzuhur tasvipçilerin büyükçe bir bölümü, bildiğiniz gibi, Şükran hanımgillerin ve benim gibilerin yaşadığı mahalleyi mancınıkla taş yağmuruna tutuyorlar. Ve böyle yapanların hemen hepsi de Erdoğan’a oy veriyorlar. Şükran hanımgillerin ve benim gibilerin yaşadığı “bizim” mahallenin Şükran hanım gibi çokbilmişleri, bu iki fotoğrafı üst üste koyup… Bildiniz işte, “Erdoğancılar, Erdoğan’ın dile getirdiği değerleri paylaştıkları için…” filan gibi analizler yapıyorlar. Veya Şükran hanım gibi daha ileri gidip, psikanalitik tahliller yapıyor, ama her durumda öteki mahalledekileri homojen bir bütün olarak tarif edip “toptan” aşağılıyorlar. Kendilerini birkaç basamak yukarıda gördükleri için de diğerlerini aşağılamak, aşağılamak gibi görünmüyor gözlerine. Normali bu —Şükran hanımgiller hüküm verecek, ötekiler boyun eğecek. Sosyal hiyerarşinin kanunu yani.
Sonra “aşağıdan” birileri kendilerini “aşağılayınca”… Olmuyor. Oyunun kuralı bu değildi. Aşağıdakiler aşağıda olduklarını bilecek, kabul edecek, yukarı çıkmak için kuralları takip edecek… Bir süredir o kurallar bir vakitler olduğu gibi çalışmıyor ama bu elbette Şükran hanımın ve Şükran hanımgillerin problemi değil. Zaten bu memlekette hiçbir problem Şükran hanımgillerin problemi olmadı. Hiçbir problem onlardan kaynaklanmadı, kaynaklanmıyor. Kimden kaynaklandı, kaynaklanıyor? Valla hüküm vermek için teferruatlı bir analiz gerekiyor olabilir ama derhal bir cevap istiyorsanız, şu biçimsiz yığınlardan kaynaklanması çok muhtemel. Hadi yormayın bizi, olsa olsa öyledir. “Öpüşüyorlaaar” diye dellenen kadın, otobüste “memleketi lezbiyen yapamayacaksınız” diye dellenen öteki varken, yolunda gitmeyenin neden yolunda gitmediğini anlamak için yorulmaya da değmez yani, öyle değil mi!
İşaret edip durduğum mevzua bağlayacak olursam…
Şükran hanım muhtemelen Kılıçdaroğlu’na oy verdi. Kılıçdaroğlu’nun seçim öncesinde yapıp ettiği manasızlıkların hepsine kendince, kimi zaman mahallesinden yardım alarak, Kılıçdaroğlu’nun bile aklına gelmeyecek kaliteler yakıştırdı. Kılıçdaroğlu’nun adaylığını, altılı masanın saçmalığını, siyaset üretmeyip ekonomistleri toplamasını, aday tercihlerini ve benzeri bütün saçmalıkları dile getirenlere ateş püskürdü.
Neden?
Çünkü karşıda, memleketin bütün dertlerinin müsebbibi olarak gördüğü bir kitle var. Yani tercihini Erdoğan’a ve Kılıçdaroğlu’na bakarak yapmadı, “Erdoğan’a oy verenlere bakarak” yaptı, onların “karşısında” olacak şekilde, onları “öteki” yerine koyarak yaptı. Tastamam aynı şeyi Erdoğan’a oy verenler de yapıyor. Bir mahalle nasıl olup da Kılıçdaroğlu’nun her zırvasında bir keramet icat ediyorsa, öteki mahalle de Erdoğan’ın her zırvasında bir keramet icat ediyor.
Bu bir savaş.
Üstelik sadece Türkiye’de yaşanmıyor, hemen bütün dünyada yaşanıyor. Savaşanlar da Kılıçdaroğlu ve Erdoğan, Biden ve Trump, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler değil. İki sosyoloji birbiriyle savaşıyor. Birisi göçmen dostu olursa öteki göçmen karşıtı oluyor. Birisi ailenin yanında durursa öteki eşcinsellerin yanına “geçiyor” —kimse bu memlekette “seküler” tabir edilen mahallenin eşcinsellere ve eşcinselliğe, “muhafazakâr” tabir edilen mahalleye kıyasla daha toleranslı olduğunu, “esastan” öyle olduğunu iddia etmesin. Birisi ağaçların yanında durursa, öteki kömürün yanına “geçiyor”. İlh.
Tekrarlamış oldum ki, mesele Erdoğanlar, Kılıçdaroğlular değil, değerler değil, ideolojiler hiç değil. Bir tek belirleyici mesele var, sosyal piramidin formu. Kendilerine parmak sallananlar, kendilerine parmak sallanması her nedense normal karşılananlar, artık, kendilerine parmak sallanmasına razı değiller.
Ve fakat…
Şu Ebrar tecrübesi de gösteriyor ki, parmak sallamadan yaşamayı beceremeyenler, yani Şükran hanımın tabiriyle başkalarına utanmadan, gocunmadan karışanlar, her nedense başkalarına karışması sırasında utanması, gocunması beklenmeyenler, bu imtiyazlarından vazgeçmeye niyetli değiller. Kızları Ebrar’la arkadaş olmaya kalksa mahalleyi ayağa kaldıracak olsalar da, öyle bir ihtimal olmamasının rahatlığıyla birilerine “yukarıdan” parmak sallama fırsatını pas geçmediler. “Ebrarlar bizim, siz onların başarısıyla sevinemezsiniz” diye gürlediler. Esasen memlekette yolunda gitmeyen herhangi bir şeyin yoluna girmesi filan gibi öncelikleri yok, hiçbir problem çözülmese de olur, yeter ki parmak sallama tekelini ellerinde tutmayı sürdürsünler.
Mümkün olsa, dükkân sizin.
Bitirmeden…
Öteki mahallenin eleştirilecek hiçbir yanı yok mu? Bence çok var. Esasen her şeyleri, her tercihleri manasız, kaba, çirkin ve… Hepsinden mühimi, “kötü”. Berbat şeyleri taklit ederken, üstelik bir de ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar. Taklit etme hevesinin berbat olması bir yana, taklit etmeye heveslenip onu bile beceremiyor olmanın sakilliği de işin içine girince… İnsanın içi kaldırmıyor. Bence tam da Darwin’in Avustralya ziyareti sırasında gözlemlediği kodes kaçkını Avrupalılara benziyorlar. Keşke öyle olmasalar ama öyleler. Başka türlüsü mümkün mü? Bilmiyorum. Zannetmiyorum da… Sahneye yeni çıkmışlar, arsızca, şımarıkça, küstahça, cahil cüretiyle, olanca kasabalılıklarıyla… Şehirler kuracaklar, şehirlileşecekler. Zaman alacak.
Herhangi bir sıradan insanın —mesela benim— mevcut tabloya bakıp mevcut özneler hakkında hüküm vermesi, yargı dağıtması, bana göre manasız. Anlamaya çalışmanın bir manası var mı? Belki de yok ama elimden gelen, bildiğim, zevk aldığım şey bu. Entelijansiya denen zümreye mensup olanın üzerine düşen de, benim anladığım kadarıyla, bu. Yani anlamaya çalışmak. Savaşan orduların neferleri açısından, yapmaya çalıştığım şeyin hiçbir manası olmadığını bilecek kadar yaşadım.
Her savaş biter, bu da bitecek. Avustralya’ya yerleşmiş azgınlar, kuralsız yaşamanın keyfini bir süre sürdüler. Sonra kurallar icat ettiler, kuralları ithal ettiler. Bu defa da öyle olacak. Aristokratlar kaybetti, aristokrasinin değerleri kazandı. Bu defa da öyle olacak, şehirliler kaybedecek, şehirlilik kazanacak. Bugün göçmenlerin karşısında, kömürün yanında, eşcinsellerin karşısında, silahın yanında olanların torunları, göçmenlerle, eşcinsellerle kucak kucağa, silahsız ve güneşli yaşayacaklar. Darwin insanların yüzde beşinin herkesi doyurabileceği, çiftçilerden çok daha kalabalık öğrenci —ve hatta sporcu— nüfusu olan bir dünyayı hayal edemezdi. Kırk yıl sonraki dünya da bizim hayal edebileceğimiz bir dünya değil. O dünyayı hayal edemeyeceğimiz gibi, tasarlayamayız da… Elimizden gelebilecek yegâne şey, şu yaşadığımız günleri daha az tahribatla yaşamak olabilir. Olsa ne iyi olur.