Plaza Zencileri

Dün demiş oldum ki, canı herhangi bir şeye sıkıldığında efendinin bizleri de kırbaçlayabileceğini bildiğimiz halde, tarlada değil de evde olmanın “itibarı”nın cazibesiyle çok günah işledik. Bütün günahlar gibi bu günahın da yarattığı haz, pek çok olumlu neticesi oldu. Tarlalar tenhalaştı. Tarlalar… Yani sadece gerçek manada tarlalar değil, aynı zamanda burjuvazinin tarlaları olan fabrikalar da… İlaveten, tarlalardakiler eskisi kadar keyfi bir biçimde kırbaçlanmıyorlar da…
Tarlalar tenhalaşırken, ofisler/plazalar kalabalıklaştı. Plazalar tarlalara, fabrikalara kıyasla daha nezih, daha konforlu —pek çoğu iklimlendirilmiş mesela. Ve uzun süre, sahiden de yaygın bir biçimde tatmin ürettiler. Kendi normları vardı, o normlara uygun hiyerarşileri vardı. Üretim planlamacılar muhasebecilerden makbuldü mesela. Sonra pazarlamacılar üretim planlamacılardan daha makbul oldu filan. ODTÜ’lüler Ege Üniversitelilerin önündeydi. Daha çok ODTÜ’lü, gerekmeyecek kadar —esasında zaten pek azı gerekliydi, “sindirilemeyecek kadar” demek daha doğru herhalde— ODTÜ’lü mekâna doluştuğunda, yüksek lisans yapmışı yapmamışının önüne geçti, Onlar da çoğalınca, yurt dışında yüksek lisans yapmış olanı… Filan.
Endüstri mühendisiyim. İş ölçümünü, iş değerlemeyi filan bilirim. Metot geliştirme, ergonomik şartları iyileştirme filan gibi tekniklerle tarlalarda yapılan işleri “yönetmeyi” de bilirim yani. Bu tekniklerin hiçbiri, tarihin hiçbir döneminde, plazaların hiçbirinde tatbik edilmedi. Bilimsel Yönetimin babası sayılan ve pek de hayırla yâd edilmeyen Taylor, hâlbuki, aynı tekniklerin plazalardaki işlere de tatbik edilmesini öngörmüştü. Yapılmadı. Verimli olmayan, verimli olması için zerre çaba harcanmayan plazalar “şiştiler”. Bu süreçte makineler her bir insanın her bir saatinin katma değerini katlamayı sürdürdüler. Plazalardakiler, makinenin katma değerinin kendi marifetleri olduğunu vehmettiler. Başkalarının da öyle bilmesini istediler. Bir mutabakat zemini oluştu.
Malcolm X’in eleştirdiği dönemlerde bir mutabakat vardı, ev zencilerinin bile katıldığı… Mutabakat her şeydir. Üzerine “In God We Trust” sloganı basılı kâğıtlara para muamelesi yapmak üzere mutabık kaldığımızda mesela, bir sistem çalışır.
Çalışınca da…
Önce tarlalar boşaldı, fabrikalar doldu. Sonra fabrikalar boşaldı, plazalar doldu.
Fabrikaların istiap haddi, tarlalarınkinden düşüktü. Plazaların istiap haddi fabrikalarınkinden düşük. İnsanlığın kahir ekseriyeti tarlalarda çalışırken, kimsenin öyle bir derdi yoktu ama olsaydı, birkaç iş unvanıyla herkes etiketlenebilirdi. Fabrikalarda on beş, bilemediniz yirmi iş unvanı kâfiydi. Plazalarda ise iş yok ama neredeyse her plaza sakininin ayrı bir iş unvanı var.
Hikâyenin geldiği nokta pek akıllıca görünmüyor.
Bir suçlu arıyor değilim. Mevzua günah tabiriyle girdim, kefaret filan derdinde de değilim. Sadece, bir dönem neredeyse herkesin kendince fayda elde edebildiği bir mutabakatın artık neredeyse herkes için külfet üretiyor olduğuna işaret ediyorum. Mevcut mutabakatın, yani kimin hiyerarşinin neresinde kendisine bir yer bulabilmek için ne yapması gerektiği hususundaki kabullerin artık çalışmadığı, çalıştığı yerlerde bile kahır ürettiği bir fazdayız. Erdoğanlar, Trumplar, Putinler, Orbanlar mevcut personel şablonundaki pozisyonları yeni isimlerle doldurmak, şablonu koruyup kadroyu yenilemek gibi işler işliyorlar. Hâlbuki onları koçbaşı olarak kullanan kitlelerin derdi mevcut şablonlarla… En azından o istikamette yönlendirilebilirler. Mevcut örgütlenme şemasını yeniden kadrolamak yerine, örgütlenme şemasını değiştirmeye ikna edilebilirler.
İkna edilemez görünenler, plaza sakinleri, plaza zencileri.
Kendilerini pek değerli görüyorlar. Üründe hisselerinin yok mertebesinde olduğunu ispatlasanız, harcadıkları çabaları, yaptıkları fedakârlıkları —yani fiillerini— masaya sürüyorlar. “Başkalarının çabaları ve fedakârlıkları da az değil” deseniz, zekâlarını —yani mevcut olduğuna inandıkları “tabii” üstünlüklerini, oradan doğduğuna inandıkları “haklarını”— dinlemek zorundasınız. Kazara öyle bir üstünlükleri olmadığına, meselenin hak meselesi olmadığına ikna etseniz, inançlarını, mensup oldukları cemaati, o cemaatin ahlakını —yani “kimliklerini”— kuşanıyorlar. Ahlakları seçkin, demek ki kendileri de seçkin olmalı/kalmalı.
Kafalarında bir eğitim kavramı var mesela, bir üniversite kavramı var. Hiç hayata geçmiş mi öyle bir üniversite, sormak akıllarına bile gelmiyor. Zamanında da gelmemişti. Mitleştirilmiş o üniversite, mevcut —ve bugünü imkânsızlaştıran— mutabakatın tapınağı idi, fideliği idi. Şimdi —o mutabakat aşınınca— nostaljik bir altın çağ hatırası olarak zikredilir oldu. Kafalarında bir tuhaf ekonomi teorisi var, aksinin dile getirilmesinin zinhar yasak olduğu… Emeğe endeksli bir bölüşüm ve bir tuhaf para teorisine yaslanan… Hiçbir geçerliliği yok. Mutabakattan ibaret olan şeyleri tabiatın kanunları gibi dayatıyorlar. İşler yürürken, çoğu kendilerine olmak üzere ulufe dağıtarak sorgulanmasının önüne geçmişlerdi. İşler yürümüyor, zorbalıkla yürütüyorlar.
İşimiz zor.
Benzetmelere katılmakla beraber Türkiye’de bu zorbalığı yürütenler geçmişin egemenleri değil, bir kez daha kendi hayat deneyiminiz ve gençliğinize dair anılar Türkiye’ye dair öngörünüzü alıp götürüvermiş. Yazıyı okuyunca Amerikan müesses nizamının Türkiye’deki muadili sanırsınız AKP-MHP değil de bir avuç aciz sol sosyalist…
Konuyu özetleyen video:)
https://www.facebook.com/share/r/NW3mgsiqRvS54oXo/?mibextid=D5vuiz