Dün demiş oldum ki, canı herhangi bir şeye sıkıldığında efendinin bizleri de kırbaçlayabileceğini bildiğimiz halde, tarlada değil de evde olmanın “itibarı”nın cazibesiyle çok günah işledik. Bütün günahlar gibi bu günahın da yarattığı haz, pek çok olumlu neticesi oldu. Tarlalar tenhalaştı. Tarlalar… Yani sadece gerçek manada tarlalar değil, aynı zamanda burjuvazinin tarlaları olan fabrikalar da… İlaveten,
Erdoğan Malcolm X’in “ev zencileri/tarla zencileri” tasnifini hatırlattı, iyi oldu. Hayır, tarla zencileri tren kazalarında, maden göçüklerinde, depremlerde telef olurken şahsının yanındaki ev zencilerinin “seni yedirmeyeceğiz Reis” diye ünlemelerinden söz etmeyeceğim. Değmezler. Gezi’yi bir terör faaliyeti olarak yaftalayan, pandemide hepimizin evlere kapatılmasına alkış tutan, bütün bu tiksinti verici işleri “Erdoğan’ın evi”nde porselen parlatmak imtiyazı için
Freddy de Boer namında bir şahıs, Turchin’in “aşırı elit üretimi” (elite overproduction) kavramının son yıllarda büyük ilgi gördüğünü tespit etmiş ve derin vukufuyla meseleye el atmış. Serbestiyet de bu nadide şahsiyetin derin fikirlerini tercüme ederek bizimle paylaşmış. İyi yapmışlar, ellerine sağlık. Mevzu hemen bütün sektörleri alakadar etse de, derin fikirli yazarımız meselenin içerik üreticiliği ekonomisiyle
Ağır bir seçim yenilgisinden sonra, hele “bu defa tamam galiba” duygusuyla aylarca yaşadıktan sonra yenilince, yenilginin acısını soylulukla hafifletmeye çalışmakta anlaşılmaz bir şey yok. Dolayısıyla “biz demokrasi istiyorduk, olmadı” filan geyiklerinin sebepsiz olmadığını biliyorum. Ama demokrasi, kurumlar filan gibi kavramların merhem niyetine tüketilmesine de içim razı gelmiyor. Karşınızda demokrasi istemeyen bir 52’nin olduğunu varsayıyorsanız, denklemi
Derya Bengi ve Erdir Zat, “100. Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Atlası” adıyla yayınladıkları arkeolojik çalışmanın ilk cildinde, H. G. Wells’in meşhur radyo tiyatrosunun haberinin Cumhuriyet gazetesinde nasıl verildiğini alıntıladıktan sonra şu tespitlerde bulunuyorlar: “Radyo oyununun yarattığı panik, Cumhuriyet’te 4 Kasım 1938 günü böyle anlatılıyordu. Sonradan paniğin anlatıldığı kadar olmadığı ortaya çıktı, ama gazeteler radyonun güvenilmezliğinin
İnsanların büyük çoğunluğu ekmeklerini evde yapıyorlardı. Neredeyse her ekmek, yeneceği evde yapılıyordu yani. Fırınlar filan, son derece yeni bir moda sayılır —tarihlerini bilmiyorum ama üç yüz yılı aşacağını da zannetmiyorum. Bundan elli yıl kadar önce, Türkiye’nin köylü nüfusunun neredeyse tamamı —yani ülke nüfusunun yüzde yetmiş kadarı— hâlâ ekmeklerini kendileri yapıyordu. Buna mukabil, şehirli nüfusun neredeyse
Yetmişlerin ikinci yarısı olmalı —demek ki yirmili yaşların başlarındayım. Ankara’da bir arkadaşımızın adeta bir dergâhı andıran —yani sıklıkla bir araya geldiğimiz— evinde toplanmışız yine. Her zaman olduğu gibi, tanıdığım birçok kişinin yanında, tanımadığım birkaç kişi de var. Ve yine her zaman olduğu gibi, arkadaşlarım içmeye erkenden başlamışlar. Alkole henüz pek de dayanıklı olmadıklarından, kısa süre
Damasio’nun Descartes’in Yanılgısı’ndaki en çıplak misallerden biriydi yanlış hatırlamıyorsam, eğer endokrin sistemimiz olmasaydı, karşıdan karşıya geçmek için kaldırımdan caddeye adım atıp atmayacağımıza bile karar veremezdik. Şöyle anlıyorum: Belki de uzaktaki otomobilin hızını, aradaki mesafeyi filan uygun bir hassasiyetle hesap edebilirdi sinir sistemimiz ama adım atmak veya atmamak için fazlası lazım. Otomobilin bize çarpmasını umursamamız lazım,
Sevilay Çelenk Gazete Duvar’da, erkekler hakkında yine atıp tutmuş. Tuhaf kelimeler icat edip “ay ama okuduğunuzu da anlamıyorsunuz ki, ben zehirli erkeklikten söz ettim” filan diye yine, hep olduğu gibi, üste çıkabilir. Ama yazının başlığında “erkekler” diyor yani… Meseleyi muhtemelen biliyorsunuz —ben Çelenk’in yazısından öğrendim— Gilette bir reklam yapmış, erkekleri efendi olmaya davet etmiş. Egard