Ev Zencileri
Erdoğan Malcolm X’in “ev zencileri/tarla zencileri” tasnifini hatırlattı, iyi oldu.
Hayır, tarla zencileri tren kazalarında, maden göçüklerinde, depremlerde telef olurken şahsının yanındaki ev zencilerinin “seni yedirmeyeceğiz Reis” diye ünlemelerinden söz etmeyeceğim. Değmezler. Gezi’yi bir terör faaliyeti olarak yaftalayan, pandemide hepimizin evlere kapatılmasına alkış tutan, bütün bu tiksinti verici işleri “Erdoğan’ın evi”nde porselen parlatmak imtiyazı için üstlenen, Erdoğan’ın ayağına taş değmemesini garanti etmek için omurgasını portmantoda teslim etmiş olan mahlûkatı, 23 yılın herhangi bir döneminde ciddiye almadım.
Derdim başka ve daha büyük.
Malcolm X’in sözünü ettiği hadise, yaygın bir kabule yaslanıyordu. Beyazlar vardı, siyahlar vardı. Bazı beyazlar büyük mülklere ve bazı siyahlara malikti. Öyle olmasında bir tuhaflık yoktu. Öyle olmuşsa, öyle olması gerektiği için olmuştu. Çok çalışmışlar, doğru zamanda doğru yerde olmuşlar, bir biçimde hak etmişlerdi. Çok şeye malik olan beyazlar, mülkleri olan siyahların arasından bazılarını tarlalardan evlerine almış, onlara daha nezih şartlar sağlamıştı. Elbette tarlalarda çırpınan diğer siyahlara kıyasla… Yoksa, mesela çocuklarına eğitim versin diye evine aldığı bir beyaz öğretmene kıyasla, siyah yine siyahtı. Bir porseleni kırdığında kazara, kırbaçlanabilirdi mesela.
Burjuvazinin yükselişini sağlayan, oyun kurucu olan makineydi, yani teknoloji. Makine, herhangi bir insanın mesela bir saatinin katma değerini üçle, beşle çarpmaya imkân sağlıyordu. Bu ekstra katma değerin küçük bir bölümü bile kendisine dönecek olursa, demek ki, insan makinesiz sömürüldüğü döneme kıyasla çok daha varlıklı olabiliyordu. İşçiler bu hesabı kusursuz denebilecek bir biçimde yaptılar. Tarlalardan şehirlere akınlar halinde göçtüler ve “burjuvazinin evinin zencisi” olabilmek ümidiyle birbirlerini ezdiler. İşler, bir süre, her iki taraf için de iyi gitti —hatta tarlada kalmış olanları da katarsak, her üç taraf için de… Çünkü sistem genişledi. Ev genişledi. Evde daha çok zenciye yer açıldı. Tarlalarda aynı geliri daha az kişi paylaştı.
Ama bir yandan da makineler gelişti. Herhangi bir insanın katma değerini onla, yüzle çarpmaya başladı. Daha çok tarla zencisinin eve gelmesine ihtiyaç kalmadı. Eski ev zencilerinin çocukları da büyüyordu bir yandan… Sistem kendisine şöyle bir yol buldu. Evdeki işleri çeşitlendirdi ve katmanlaştırdı. Kâhyalıklar icat etti. Başta çok makul görünüyordu, “koskoca fabrikada onca işçiyle baş etmek kolay değil, başlarına nezaretçiler koyalım”. Sonra mühendisler, sonra yöneticiler, sonra pazarlamacılar ve saire…
Firuz Kanatlı mesela, ETİ Bisküvilerini kurarken, müteşebbis, nezaretçi, mühendis, yönetici, pazarlamacı idi. Hepsi idi, hepsi birdendi. Şimdi ETİ Bisküvilerinin, fabrikalarındaki işçilerinden çok plazalarda takılan ücretlileri var. Her biri fabrikalarda çalışanlardan çok daha iyi ücretler alıyorlar.
Ama çok normal değil mi bu hal? Sistem Firuz beyin kurduğu dönemdekinden çok daha karmaşık, çok daha büyük. Rekabet o dönemdeki ile kıyaslanmayacak kadar yoğun. Çok daha sofistike makineler, çok daha talepkar müşteriler filan. Daha çok bilgi gerekiyor, öyle değil mi? Belki bir ölçüde öyleydi. Ama o ölçü çoktan kaçtı, makul sınır çoktan aşıldı. Sistem, tıpkı Malcolm X’in sözünü ettiği çiftliklerde zulüm üretildiği dönemlerdeki gibi, kendisinin normal ve doğal olduğu varsayımını üreterek dönüyor. Bir yandan, işte yukarıda bir kısmına değindiğim gerekçeler, işlerin karmaşıklaşması ve saire gündemde tutuluyor, bir yandan da “ne yapalım yani, onca işsiz diplomalı var” deniyor.
Apaçık görünüyor ki, sadece ETİ’nin plazalarında değil hemen bütün plazalarda, lüzumsuz işler yapılıyor. Arada elzem olan işler olduğuna itirazım yok —gerçi ondan duyduğum şüphe de büyüyor. İşlerin çoğu, diğer lüzumsuz işler yüzünden. Belediyeler, kamu kuruluşları çok daha vahim.
Değinmesem olmayacak, belediyelerdeki, kamu kuruluşlarındaki hal, bir ölçüde, ilgili kurumların kapitalizmin kıskacından bağımsız olmasıyla açıklanıyor. Ama iddia ettiğim şey, kâr maksimizasyonundan gayrı bir önceliği olmadığı iddia edilen kurumlarda da benzer bir mantığın hâkim olduğu. Yani ortada, esasında kapitalizm yok. Kapitalizm mantığının tamamen dışında, maliyeti artırıcı, kârı düşürücü bir süreç, uzunca bir süredir, hiçbir sürtünmeyle karşılaşmadan işliyor. Bu yüzden “meselemiz kapitalizm değil” deyip duruyorum.
Ve…
“Meselemiz kapitalizm” diyenler, esasen, hedefi saptırarak efendilerini takipten kurtarmaya çalışıyorlar. Çünkü… Her biri birer ev zencisi.
Burjuvazinin kurduğu düzen, kendisini sürdürebilmek için türlü manevralar yaptı. Burjuvaziyle bir meselem olduğu da düşünülmesin. O da kendi yarattığı evde mahkûm. Lüzumsuz işler yapan yığınla insana acayip ücretler ödüyorlar, tıpkı çitliklerin ortasındaki evlerindeki zencilere imtiyazlar sağlayan ve bir vakitler bir sebeple sağladığı imtiyazlar artık normal görüldüğü için sürdürmek zorunda olan çiftlik sahipleri gibiler.
“Canım insanlar çeşit çeşit, aralarında daha vasıflı olanlar var, onlar tabii olarak diğerlerinin arasından sıyrılıp, mesela okullarda daha yüksek performans sergileyip, daha iyi okullardan mezun olup, mevcut kurumları daha iyi işleterek…” veya “e canım, insan dediğin yetiştiği şartların ürünüdür, daha iyi ebeveynler çocuklarına daha iyi şartlar sağlayarak onların daha iyi olmasını sağlıyorlar, o çocukların akranlarından daha iyi pozisyonlarda olması normal değil mi” filan gibi açıklamalarla düzeni normalleştirenler, esasında, ev zencileri. Tıpkı çiftliklerde tarladan eve alınan zencilerin “ama biz hak etmiştik, öyle değil mi” demesi gibi.
Sözü edilen bütün önermeler doğru olabilir, bir ölçüde doğrudur da… Ev zencileri, tarladakilerden daha uyumlu, daha akıllı, daha insani, daha birçok şey olabilirler. Ama mercekleri buralara odakladığınızda, işte Erdoğan, Trump, Putin, Orban ve saire sahneye çıkıyor. Tarla zencileri “öyle değil” diyorlar, haklı veya haksız olmaları bahsi diğer.
Öte yandan, mercekleri “canım onca aile, çocukları için o kadar fedakârlık yapmış, onlara onca yatırım yapmış, çocuklar gençliklerini feda etmiş, şimdi karşılığını almasınlar mı” filan gibi argümanlara odaklandığınızda ise, plazalar, yapılmasa dünyada hiçbir şeyin eksilmeyeceği işlerin yapılıp durduğu “efendinin evleri”ne dönüşüyor. Arkadan gelen gençler, o evlerde bir tık daha prestijli pozisyonlar için birbirini çiğnemek zorunda kalıyor.
Başka bir dünya mümkün.
Dün değildi, bugün mümkün. Sadece mümkün değil, artık zaruri. Paylaşımı emeğe endekslemekten vazgeçmemiz gerekiyor. Zaten ortada emek de yok, sadece zaman var, her günümüzün şu kadar saatini satıyoruz. Emek filan harcadığımız yok. Çünkü emeğe ihtiyaç yok.