Susturabilmek
Birinci Düzlem: Bilgi Düzlemi.
Araştırmaya göre, Britanya’da göçmenlerin ikinci nesli, ayrımcılıktan —ebeveynlerine kıyasla— daha çok şikâyetçiymiş. Yani adam Polonya’dan Britanya’ya göçmüş. Neler yaşadıysa yaşamış. Tutunmuş. Çoluk çocuk sahibi olmuş. Çocuklarını yetiştirmiş. Şimdi o çocuklar, maruz kaldıkları ayrımcılığa itiraz ediyorlar.
İlk anda ne geliyor akla? Britanya’da göçmenlere, yabancılara tolerans azalmış. Dünya pek fena ve daha da fenaya gidiyor, malum.
Ama gerçeklik hiç de öyle olmayabilir. Aslında Britanya’da göçmenlere, yabancılara tolerans azalmamış, hatta artmış olduğu halde, ikinci neslin beklentileri o toleranstan daha hızlı artmış olabilir. Galip ihtimal de öyledir.
Toleransın artış hızıyla taleplerin/beklentilerin artış hızı arasındaki vites farkı, her vites farkının yol açtığı gibi, bir türbülansa sebep oluyor. Bir problem zuhur ediyor. Bir yanımız acıyor. Acıyı hissediyoruz ve alarma geçiyoruz. Ama eğer o acı yukarıda sözünü ettiğim sebeple ortaya çıkmışsa, toplumun ve dünyanın gidişatı hakkında kötümser değil iyimser olmak gerekir. Ayrımcılık azalmışsa ama daha da hızlı azalması talep edilebilecek şartlar da varsa… Ne iyi…
İkinci Düzlem: Fert Düzlemi.
Yukarıda sözünü ettiğim türden bir araştırma sonucu, bir bulgu ile karşılaştığımda, biliyorsunuz işte, aynı sonuç bambaşka —hatta tam zıddı— bir sebeple de zuhur etmiş olabilir diye bakıyorum. Çünkü bilginin nerede olduğunu, önüme konan şeyin neresinde bilgi olduğunu, o şeydeki bilginin ne olduğunu önemsiyorum. Dün sözünü ettiğim kavrama müracaat edecek olursam, kendimi bilgiye karşı sorumlu hissediyorum.
Çünkü… Gençliğimin, en enerjik yıllarımın önemli bir bölümünü Bilgi Sistemleri denen disipline tahsis ettim. Bilginin ne olduğu, ona nasıl ulaşılabileceği filan gibi mevzulara… Başkaları kendilerinin kaynaklarını başka alanlara tahsis ettiler, ben bu hususlara. Dolayısıyla da önümüze gelen şeyin bir yanına yoğunlaştım. O yoğunlaşma benim farklılığım/kimliğim oldu. İtibar gördüğümde onun yüzünden itibar gördüm, dışlandığımda “ulan burada buna mı yoğunlaşılır” diye dışlandım.
Ama…
Yaptığımı “şunların iltifatını alayım, bunlar tarafından dışlanayım” diye, öyle bir talebim olduğundan yapmıyorum. Yukarıda işaret ettiğim gibi, başka türlüsünü bilmediğimden yapıyorum. Ben böyle olmuş olduğumdan… Ortaya çıkan neticeye bakarak, neden böyle yaptığım bulunamaz yani. Benimki bulunamazsa, başkalarınınki de bulunamaz. Neticelerden sebeplere gidilemez, sebeplerden neticelere ise —kısmen— gidilebilir, bu arada bunu da belirtmiş olalım —“bilgiye karşı kendimi sorumu hissediyorum” dedim ya.
Üçüncü Düzlem: Toplum Düzlemi.
Ben kaynaklarımı işin bir yanına tahsis etmiş, en azından yoğunlaştırmışsam, işin öteki yanlarına hak ettikleri kadar kaynak tahsis edemiyorum demektir. Mesela “bu bilgiyle ne yapacağız” kısmına… Mesela “bu bilgiyi nasıl sunabiliriz” kısmına… “Bu bilgiden nasıl kazanç elde edilir” kısmına… Ama esas mühimi, işin bilgi yanına hiç yoğunlaşmayıp da güzellik yanına, iyilik yanına hassas, kendilerini güzellikten, iyilikten sorumlu hissedenlerin yoğunlaştıkları alanlara…
Dolayısıyla başkalarına ihtiyacım var. Benim kafamı takmadığım hususlara kafasını takan herkese… Onların da bana ihtiyacı var. İhtiyacımız olmayan biricik şey, hepimizin birbirine benzemesi.
Dördüncü Düzlem: Tarih Düzlemi.
Toplumu teşkil eden fertlerin birbirine benzemesi, toplum açısından berbat bir şey. Ama fertler açısından her şeyi fevkalade kolaylaştıran bir şey de aynı zamanda… Herkes aynı plana göre inşa edilmiş birer konutta yaşıyorsa, misafirliğe gittiğinizde “tuvalet nerede” diye sorma ihtiyacı ortadan kalkar. Daha sıkıcı ama daha kolay bir hayatınız olur, herkes birbirini andırıyorsa.
Mesele şu ki, kolaylık ile emniyet birbirinin yerini tutmaz. Zamanı herhangi bir anda dondurursanız, evet, herkesin birbirini andırdığı toplumun içinde yaşama kolaylığını emniyet ile karıştırmak kolay. Ama zamanı durduramazsınız, akar. Dolayısıyla da karşınıza beklenmedik şeyler çıkarır. Zamanın üzerinde surf yapabilmesi için, toplumun çeşitlilik barındırması gerekir.
Dolayısıyla… Şunun faşist olması, bunun eşcinsel olması veya olmaması, ötekinin dindar, berikinin inançsız olması —benim kavramlaştırmama göre— dert değil. Ama kim olduğundan bağımsız olarak birileri kafalarına göre başkalarını vatan haini olarak etiketleyebiliyorsa, benim neyi işitmemin gerektiğini belirleme hakkını kendinde görüp istediğine yayın yasağı getirebiliyorsa… Benzer şeyler yapabiliyorsa… O toplumun tarihin içinde kendisine bir yol açması mümkün değil.
Netice olarak…
Başlangıçta verdiğim Britanya’daki araştırma misalinin yerine herhangi başka bir şey koyun. Benim yerime herhangi başka birini… Toplum ve tarih düzlemlerine geldiğinizde hemen hiçbir şey değişmeyecek. Türkiye’nin meselesi fertlerle, toplumla filan alakalı değil. Bu toplum, her bulduğu fırsatı değerlendirerek çeşitleniyor. Kendi ihtiyaçlarını karşılayacak, başka toplumlarla rekabet etmesine yetecek çeşitliliği üretiyor.
Mesele, birilerinin kendileri gibi olmayanları vatan haini filan diye fişleyebilmeleri, sonra da onları susturabilecek güce ulaşabilmeleri yüzünden çıkıyor. Siyasal örgütlenme biçimimizi değiştirmedikçe de aynı filmi tekrar göreceğiz —tarih sahnesinden silinene kadar. Olmayacak şeyler olsa ve HDP iktidara gelse, mevcut devleti o ele geçirse, muhaliflerini vatan haini olarak tespit edip canından bezdirmesi mümkün olacak. Sürdürülebilir ve emniyetli bir toplum düzeni, ancak, kimsenin kimseyi susturamadığı, kimsenin başkalarını susturabilecek gücü bir elde toplayamadığı durumda tesis edilebilir.
Tarih de zaten, susturabilenlerin seyreldiği, susturulamayanların çeşitlendiği bir istikamette akıyor.