Bir ay kadar önce, virüs sonrası hakkında genel ve derli toplu bir değerlendirme yapayım diye klavyenin başına oturdum. Çok uzadı. “Bunu blogda yayınlayamam, kitap yapmaya çalışayım” dedim. Ağır ağır ilerliyor ama bir hale yola girer mi, emin değilim. Başlangıç noktam şöyle bir şeydi: Bu pandemi, bir yanıyla son derece sıradan bir şey —teslim edersiniz ki,
Şu piyasa muhabbetini bitirmedim ama bir mola vereyim. Meşum 10 Nisan gecesi hatırınızdadır. Hani şu, gece 22:00 civarında, 24:00’ten sonra iki gün sokağa çıkmanın yasak olacağının ilan edildiği gece… O gece ve hemen sonrasında konuşulanlar, yazılan çizilenler de hatırınızdadır. Kimilerine göre dört yüz bin, kimilerine göre iki buçuk milyon kişi, daracık aralıkta marketlere hücum etmiş
Çok yıllar önce, yine bir 24 Nisan’da, yine 1915 mevzuu alevlendiğinde, “kardeşim açsınlar arşivleri, bütün tarafların tarihçileri incelesinler, karar versinler, biz niye birbirimizi paralıyoruz” mealindeki görüşümü kayda da geçirmiştim. Kimdi bunları yazıp çizen? Ben. Kim yani? “Bilim sizin ondan beklediğiniz işi yapamaz, kararları veremez” diyen ben. Yaptığım zevzekliği, yıllar sonra, Şükrü Hanioğlu, Sabah’taki köşesinde, mevzu
Kompleks sistemcilerin pek sevdiği, benim de sıklıkla verdiğim misali tekrarlayarak başlamak zorundayım —şehir misalini. Önce zıddını, fabrikayı tarif edelim. Fabrikada üretim planlanır. Hangi tarihte, hangi saatte, hangi tezgâhta, hangi operasyonun yapılacağı, belirli bir süre öncesinden bellidir yani. Dolayısıyla o tezgâhta o saatte, o operasyonun yapılması için gereken malzeme de, miktarı da bellidir ve orada bulundurulması
Başımıza bir iş geldi. Körlerin fili tarifi gibi, her birimiz tuttuğu yerden tarif etmeyi sürdürüyoruz. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde… İşin tuhafı, fil odanın ortasında belirmeden ne diyordu isek, aynı şeyleri demeyi sürdürüyoruz. Şu kapitalizm, neoliberalizm, küreselleşme şeytan üçlüsü hakkında söylene gelmiş olan ne varsa, “işte gördünüz mü, demiştik biz” edasıyla, ses yükseltilerek
Biri bir video paylaşmış, Çin’den… Paylaşılan videonun kendisi daha çeşitli bir şey ama yüklemeyi beceremedim. Az çok şöyle bir şeydi. Sizinle paylaşmaya çalıştım ama başından sonuna izlemedim, izleyemedim. Zıplaya zıplaya baktığım karelerin hemen hepsi, midemi bulandırdı. Bir başkası videonun altına, “vay be ne disiplin, bu sayede pandeminin hakkından geliyorlar işte” diye yazmasa, aşağıda diyeceklerimi bambaşka
Hep virüs, hep virüs… Sıkılıyor insanlar haliyle, taze mevzular arıyorlar. Anladığım kadarıyla taze mevzuları da, virüse yer açmak için tavan arasına kaldırmak zorunda kaldıkları sandıklarda arıyorlar. Benim aklıma böylesi gelmezdi doğrusu, pes! Birileri bir erken seçim lafı etmiş anladığım kadarıyla. İşi icabı radarları Ankara semalarına salınan boşboğazlıkları tarayanlar var. O boşboğazlıklarda gelecek hakkında ipuçları arayanlar…
İnsanların büyük çoğunluğu ekmeklerini evde yapıyorlardı. Neredeyse her ekmek, yeneceği evde yapılıyordu yani. Fırınlar filan, son derece yeni bir moda sayılır —tarihlerini bilmiyorum ama üç yüz yılı aşacağını da zannetmiyorum. Bundan elli yıl kadar önce, Türkiye’nin köylü nüfusunun neredeyse tamamı —yani ülke nüfusunun yüzde yetmiş kadarı— hâlâ ekmeklerini kendileri yapıyordu. Buna mukabil, şehirli nüfusun neredeyse
Sizinle, ilginç bulduğum bir istatistiği paylaşayım. Aşağıdaki grafikte, 1 Şubat ile 1 Mayıs arasındaki on üç haftada dünyada raporlanan can kayıplarının günlere göre dağılımı görülüyor. Grafikten de görüldüğü gibi, Cuma günleri gerçekleşen can kayıpları, Pazar günleri gerçekleşenlerin bir buçuk katından fazla. Turuncu çizgi ortalamayı gösteriyor ve her günün az çok o seviyede olmaması için bir
Hayatın en belirgin özelliklerinden biri, akışkanlığı. Bu yüzden de hem teker teker her bir hayat ve hem de genel olarak hayat kategorisi —ve dolayısıyla toplumlar— için en uygun metaforlardan biri nehirmiş gibi geliyor bana. Hayat akıyordu. Bir yandan viskozitesi de düştüğü için, giderek daha hızlı akıyordu. Aniden durdu. Akışkanlığı kaybolduğundan veya eğim ortadan kalktığından durmadı,