Teknik Bir Mesele

Hollywood’a bir proje götürseniz, 8-10 milyon dolar yatırması gerekenler yatırımı yapmadan önce “yatırdığımızın karşılığını alabilir miyiz” diye bir dizi ön test yapıyorlar. 8-10 milyon doları harcamayı göze almışlarsa, çekimleri yapıp kurguyu tamamladıktan sonra, filmi vizyona sokmadan önce yine bir grupla test ediyor, gerekirse gereken değişiklikleri yapıyorlar.

Bir bisküvi firması üzerinde aylarca, belki yıllarca çalıştığı yeni bir ürünü piyasaya sürmeden önce geniş gruplarda lezzet testinden geçiriyor. Lezzet testinden geçtikten sonra ambalaj tasarımını bile potansiyel müşteriler üzerinde test ediyor.

Siyasi partilerimiz —yani kendilerini bizim siyasi partilerimiz olarak görmemizi isteyen şirketler— hemen her eleştiriyi, “biz siyasi bir partiyiz, bir çizgimiz var, ‘toplum şöyle istiyor’ diye çizgimizden sapamayız, bize yakışmaz” türünden ukalalıklarla savuşturuyorlar. Genellikle —ve bu yazıda da— siyasi partilerin “çizgileriyle” ilgili bir sıkıntım yok. Daha doğrusu siyasi partilerin çizgileriyle ile sıkıntılarımı paylaşmaya sıra gelmiyor. Çünkü devasa kaynakları seferber eden işbu kuruluşlar, yukarıda sözünü ettiğim türden basit, “teknik” eşiklerde takılıp düşüyorlar.

AKP’ye dönüp, “neden Ayasofya’nın arkasına saklanıyor, ahalinin dini duygularını istismar ediyorsun” veya “ne demeye TGC Anadolu’yu liman liman gezdirip militarist duyguları kışkırtıyorsun” diyor değilim yani. Din istismarının ve militarizmin tehlikeli şeyler olduğunu düşünüyorum ve bu “düşüncelerimi”, olabildiği ölçüde, AKP ile ilişkilendirmeden paylaşmaya çalışıyorum. Ama AKP’ye dönüp, “kardeşim yüzlerce milyon dolar harcadınız bir seçim kampanyasına, ne demiş oldunuz siz bize” diyorum.

İki “eleştirinin” arasındaki farkı ifade edebildiğimi düşünüyorum.

Siyasi partilerin işlerine film endüstrisi kadar bile ihtimam göstermediklerini nereden çıkarıyorum? Eh, nasıl çalıştıklarını biliyorum, bir süre çok içinde yer aldım bu işlerin. Dahası, ürün önümüzde. Görüyorsunuz işte. Ve dahası, 14 Mayıs’tan hemen sonra, iki aydır bize nasıl hitap ettiklerini unutuvermiş görünüyorlar. Hiç de öyle ön testler filan yapılmış gibi görünmüyor.

AKP’nin kampanyasını yapanların yine de bir “farkındalığı” varmış gibiydi. Bir yandan Ayasofya, bir yandan TGC Anadolu filan derken, “atölyeden” çıkmış ürünlerin ana teması, “aman Erdoğan’a sadık kalın” gibi görünüyordu. Çünkü “esas ürün” Erdoğan idi. Erdoğan bayatlamıştı. Taze iken de pek lezzetli sayılmazdı ama bu defa yanında garnitür filan da kalmamıştı. AKP’nin reklamcıları seçmenlere “yaşlandı, façası bozuldu diye insan sevdiğinden vazgeçer mi” demeye çalıştılar. Çünkü AKP’nin seçmenleri Erdoğan’dan vazgeçmeye bahane aramaya başlamışlardı.

Özetleyecek olursak, AKP’nin kampanyasını tasarlayanlar bize “Erdoğan’a vefa”, Erdoğan ise İslam, militarizm, Kürt düşmanlığı satmaya çalıştılar. Mutfakta pişenlerin bunlar olduğunu, önümüze gelen tepsidekilere bakarak çıkaramıyoruz. Tepsidekileri eşeleyip, “ha, şu marul, şu havuç, demek ki bize salata servis etmeye çalışmışlar” diyerek tahmin ediyoruz.

Mesele şu ki, muhalefetin önümüze koyduğu tepsidekileri ne kadar eşelersek eşeleyelim, bir “çıkarım yapmak” bile mümkün değil. Bir “altılı masa” hikâyesi var mesela, “ama nasıl yıkılmadan seçim gününe kadar geldi” diye parlatılan. İyi de o yenebilir, karın doyurabilecek bir şey değil, belki romantik bir sofrada yakılacak bir mum olabilir, geçelim. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” desek, o da antika bir Çin porseleni olabilir, içinde yiyecek bir şeyler olması gerekir. 300 milyarlar, 418 milyarlar dolaştı ortada, bize vaat mi, birilerine ceza mı anlamak zor. Kendi hesabıma gördüğüm, mutfakta lüzumsuz mutabakat metinleri filan yazmakla iştigal ederken olanca malzemeyi yakmışlar. “Bahar gelecek, Kılıçdaroğlu sizi koluna takıp Boğaz’da lüks bir restorana götürecek” diye bizi avutmaya çalıştılar.

Ve zurnanın zırt dediği yer de burası.

AKP’nin kampanyasını hazırlayanlar az çok anlamış görünüyorlardı ki, Erdoğan bayatlamış. Ahalinin eskiden Erdoğan’ı “yemiş” olanları bile bu defa gönülsüz. Eskiden Erdoğan’ı yememiş olanlar ise küf kokusundan bucak bucak kaçıyor. Ama… Kılıçdaroğlu’na kaçmıyor, Erdoğan’dan kaçıyor. Daha doğrusu Erdoğan’dan kaçacak kapı arıyor. Açıkçası o kapıya sırıtkan bir Kılıçdaroğlu’nu damatlıklarıyla yerleştirmek kötü bir fikirdi. Kılıçdaroğlu’nu oraya yerleştirenler yerleştirmeden önce biraz test etselerdi kolaylıkla fark edeceklerdi ki bu konumlama yanlış. Test etmediler, 14 Mayıs’ta pahalı bir test gerçekleşti.

Kendilerine parti süsü verilmiş altı kişi bir masanın etrafına oturduklarında, “çizgilerini” diğerlerinin çizgilerinin yanına çizdiklerinde, aşikâr ki manalı bir “çizim” çıkmayacaktı ortaya. “Ay biz bunu ahaliye gösteremeyiz” demeleri anlaşılır bir şey yani. “Biz iyisi mi bu masa mimarisini değiştirelim, her birimizin kendi ‘çizgisini’ sergileyebileceği bir başka ortaklık mimarisi geliştirelim” demek gerekirdi, denmedi, onun yerine “altımız yan yana ne güzel fotoğraf veriyoruz” demek uygun görüldü. İtiraz eden anasından doğduğuna pişman edildi, peki. Masada mum tamam, tepside Çin porseleni tamam. Tabak boş ama “altı kişi mutfakta bir şeyler pişirirler” diyebilirdik belki. “Erdoğan’dan mı kaçıyorsunuz, aha Kılıçdaroğlu kapacak sizi” demenin ne manası vardı?

Siyasi bir meseleden değil “teknik” bir meseleden söz ediyorum, baştan da vurguladım. Bu kadar basit bir teknik problemden bile bihaber bir heyetin başarısızlığı dönüp ahalinin aymazlığına getirilmese, dert etmeyebilirdim. Ama tıkanmış lavaboyu açmayı beceremeyen bir tesisatçının çözemediği problem yüzünden ‘lavaboyu neden tıkadın’ diye hane halkı suçlanıyor, ben de bu işi içime sindiremiyorum.

Bana kalsaydı, bütün bir kampanyayı deprem üzerine kurardım. Deprem bölgesine giden yardımları kendi künyesine geçirmeden dağıttırmamak için çabalayan bir Erdoğan’ı kazırdım ahalinin kafasına. Deprem bölgesinde daha çok oy almak için değil, ülkenin kalanında “ulan yarın bizim başımıza bir felaket geldiğinde bunlar muhalefetle itişirken ben enkaz altında kalacağım” korkusunu beslemek için. Sizi temin ederim, İstanbul ve İzmir’de üçer, beşer puanlık fark yaratırdı bu hadise, eğer daha fazlasını yapmazsa.

Bana kalsaydı, “Erdoğan Türkiye’yi pısırıklıktan çıkardı, saygın bir ülke haline getirdi” dedikodusunun yaygınlığını fark edersem, “Erdoğan Rusların önünde eğildi, Kılıçdaroğlu Ruslara posta attı” filan gibi manasız mukayeselere girmezdim. “Avrupa Şampiyonlar Liginde nal topluyoruz, Erdoğan devam ederse takımlarımız İngilizlerle, İspanyollarla değil İran, Kore, Vietnam takımlarıyla oynayacak, razı mısınız” derdim.

Bana kalsaydı…

Böyle tasarımlar yapar… Sonra da “çalışıyorlar mı, nasıl çalışırlar” diye test ederdim.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin