Türkiye’de İşçi Sınıfının “Bilinci”
Türkiye’de sol görünümlü partilerin ve kendisini “solcu” olarak niteleyenlerin bize anlata geldiği bir hikâye var. Bu hikâyeye göre, 1970lerde, yani sendikalar güçlüyken, işçiler politik bilince ulaşmaya başlamış, merkezin solundaki partilerin de oy oranları yükselmişti. Sonra… Malum neoliberalizm geldi, sendikaların beli büküldü ve Türkiye’de sol “çökertildi”.
Türkiye’de gerçek anlamda bir “sol siyasi hareket” olmadı. Sendikacılık faaliyetlerinin en namuslusunun bile işçilerin politik “bilinçlenmesi” gibi bir önceliği olmadı. Ama bütün bunları ihmal edebiliriz. Öte yandan, 1980 darbesiyle Türkiye’de sola gerçekten bir daha belini doğrultamayacağı türden bir hasar verildiğine itirazım yok. Darbenin “başlıca” kastının sol hareketi kötürüm bırakmak olduğunu da kolaylıkla söyleyebiliriz. Ancak hedefe yerleştirilen sol, işçilerin yüreklerinde hissettikleri, omuzlarında taşıdıkları bir hareket değildi. Sol işçi mahallelerinde değil, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de, Çankaya’da, Karşıyaka’da popüler bir siyasetti. Hep öyleydi.
Bu gerçeği inkâr edemedikleri durumlarda, kendilerini solcu olarak niteleyenlerin savunmaları, genellikle şöyle gelişiyor: Türkiye’de müesses nizam, işçilerin bilinçlenmesine imkân tanımadı. Yani memleketimin işçileri “bilinçsiz” oldukları için sağ partilere yöneldiler. Hâlbuki kendileri fevkalade bilinçli insanlardı ve… İşçilerin bilinçlenmesi için cansiperane mücadele vermişlerdi. Başarmalarına da ramak kalmıştı ki… Darbe…
Bu ilave hikâyenin de iler tutar yanı yok. İşçilerin “bilinçlenmesi”, şüphesiz müesses nizamın hiç istemeyeceği bir şeydi ama ona mani olacak operasyonları tasarlayıp hayata geçirecek kadar mahir bir müesses nizam olmadı ülkede. Kaldı ki memleketin solcularının ne kadar “bilinçli” oldukları çok su götürür. İşçilerin bilinçlenmesi için kayda değer bir şeyler yapmaya teşebbüs bile etmedikleri, esasen kendi aralarında mastürbasyon yapmakla ömür tükettikleri ise rahatlıkla iddia edilebilir.
Bana kalırsa Türkiye’nin işçileri fevkalade bilinçli idiler. Çalıştıkları fabrika görünümlü derme çatma atölyelerin “patronlarını” hasım olarak görmüyorlardı ama o atölyelerde kendilerine iş dağıtan, kendilerini gözetleyip denetleyen teknisyenleri, mühendisleri hasım olarak görüyorlardı. Son derece haklı ve son derece “bilinçli” bir biçimde. Patron, risk alan ve kendilerine istihdam yaratan, gelir kapısı açmış biriydi, onlara göre. Başlarındaki mühendisler ise, üretime kendileri kadar katkı sağlamadıkları halde kendilerinden daha yüksek ücret alan, kendilerinden daha itibarlı insanlardı. Kendilerini pasaklı ve köylü bulup aşağılayan, işyerinde hayatı kendilerine zindan eden, sokakta ise görmezden gelen, diplomalılardı.
Yani… Memlekette “işçi sınıfı” diye adlandırılacak bir özne, benim bildiğim kadarıyla olmadı. Nasıl burjuvazi olmadıysa… Ama işçiler, birkaç yıl öncesine kadar köyde rençperlik yapan insanlar, kendilerince bir gelecek tasavvuru inşa etmişlerdi ve gerçek hasımlarını olağanüstü bir bilinçle teşhis etmişlerdi. Dikkat isterim, o işçilerin arasında babası da işçi olanlar vardıysa, pek azınlıktılar. Dedesi de işçi olan zaten kimse yoktu. Kendileri işçi olmuşlardı ve işçilik “dün başlamış, yarın bitecek” bir geçici haldi. Nasıl bitecekti? Biraz bellerini doğrulttuklarında bir “dükkân” açacaklardı mesela. Veya kendileri bir atölye kuracaklardı. Filan. Bu arada, çocuklarını okutacaklar, en azından onları, şu kendilerine eziyet eden, kibirli zevatın “sınıfına” atacaklardı. Yani kendileri işçi olarak emekli olup işçi emeklisi olarak ölecek bile olsalar, çocukları işçi olmayacaktı. Neyin “işçi sınıfı bilinci”?
Dişe dokunur bir işçi sınıfı olmayan, kıvamında bir burjuvazisi olmayan, işçisi işçiye, patronu patrona benzemeyen, her şeyin tutanın elinde kaldığı bir ülkede işler yolunda gidebilir mi? Bana öyle geliyor ki, gidebilir… Di. Ama gitmedi. Gitmemesi işçi sınıfının olmaması veya işçilerin bilinçli olmaması gibi sebeplerden kaynaklanmadı. Olmayan işçi sınıfı sanki varmış gibi yaşayan, yazıp çizen, o yazıp çizdiklerine inanıp hayaletlerle gölge boksu yapan, kapalı devre “bilinçlendirme endüstrisi” kuran ve netice alamadığında da hayallerini tekrarlayıp muhayyel öznelerden şikâyet etmekle yetinen bir zümre memleketin aydın koltuklarını işgal etmeseydi, bana öyle geliyor ki, biz şimdikinden çok daha iyi durumda olabilirdik. Bir işçi sınıfımız olmadığını, işçilerimiz olduğunu baştan kabul etmiş olsaydık, okuduklarımızın bizim gerçekliğimize denk gelmediğini idrak edebilirdik. Kendi gerçekliğimizden makul bir hikâye yazabilirdik.
Yapmadık, yapılmadı. Daha acıklısı, hâlâ teşebbüs edilmiyor. Hâlâ tekrarlanıyor ki, 1970lerde, yani sendikalar güçlüyken, işçiler politik bilince ulaşmaya başlamış, merkezin solundaki partilerin de oy oranları yükselmiş… Sonra malum neoliberalizm gelmiş, sendikaların beli bükülmüş ve Türkiye’de sol “çökertilmiş”. Miş…
Kahir ekseriyeti kendilerinin de bir işverene bağlı işyerinde çalışan işçi oldukları gerçeğini gözardı ederek sadece ve sadece bir üniversite bitirmiş olmaktan dolayı memleketin münevver listesine adını yazdırdığını zanneden zevatın işleri..