Türkiye’de sol görünümlü partilerin ve kendisini “solcu” olarak niteleyenlerin bize anlata geldiği bir hikâye var. Bu hikâyeye göre, 1970lerde, yani sendikalar güçlüyken, işçiler politik bilince ulaşmaya başlamış, merkezin solundaki partilerin de oy oranları yükselmişti. Sonra… Malum neoliberalizm geldi, sendikaların beli büküldü ve Türkiye’de sol “çökertildi”. Türkiye’de gerçek anlamda bir “sol siyasi hareket” olmadı. Sendikacılık faaliyetlerinin
Adam bir dizi yaptı, herkes üzerine konuşuyor. Gazete Duvar’da Fırat Mollaer de yazmış mesela. Anladığım kadarıyla, kültürelcilikle meselelere yaklaşmanın doğru olmadığını, sınıfsallığı unutmamamız gerektiğini söylemiş. Ve sonra şöyle bitirmiş yazısını: “O zaman bu resim kime hizmet eder? Tekno-muhafazakârlığın kapitalist HES projelerine karşı mekânlarını savunan köylüler bu büyük resimde anlatılan mahallenin neresinde dururlar? En temel insan
Barış Soydan T24’te, işçi sınıfının Trump ve Erdoğan’ı desteklemeye devam edip etmeyeceğini sormuş. Yazının gidişatı ümit verici. Birilerinin alıp başını gittiğini, kendilerini geride bıraktığını, unuttuğunu düşünen geniş kesimler var. Kendilerine çomar —veya Amerikanca chav— diyen zevzeklere karşı Trump ve Erdoğan’ı destekliyorlar. Filan. Sonra, son paragrafa geliyoruz: “Emekçi sınıfların siyasette eski gücü, havası kalmamış olabilir ama
Halimize dair enteresan bir yazı var bağlantıda. Bir yandan, “ahlakçı sol” dediği bir öznenin zorbalığı hakkında mesela, vurucu tespitlerde bulunuyor Fisher ve böylelikle bünyenin güncel bir tomografisini çekiyor. Öte yandan, güncel epikrizi bir kenara koyup, antika bir reçete yazıyor. Yazının neredeyse her paragrafı didiklenmeye değer. Ama öyle yapsam iş çok uzayacak, daha kestirmeden gitmeye çalışayım.
Uzun süredir —belki de hiç— vermek zorunda kalmadığı kararları vermekteki acemiliği yüzünden insanları suçlayıp, “böyle olmuyor, kararları ulema versin” demekle, “böyle olmuyor, bilim insanları versin” demek veya “böyle olmuyor, ben vereyim” demek arasında bir fark yok. Bu tür meseleler, din ile bilim, din ile karizma ve/veya bilim ile karizma arasındaki farklar vurgulanarak bilim lehine çözümleniyor
1980 yılının yılbaşı olmalı. Yoksa rahmetli İbo ile, Ankara’nın buz gibi kış gecesi, Tunus Caddesindeki bekâr evimizin terasında ne işimiz olacak! Herhalde içerideki kalabalığın ürettiği yoğun sigara dumanı İbo’yu fazlasıyla rahatsız etmişti ve biraz hava almak istemişti. Ben de ev sahiplerinden biri olarak ona eşlik etmeye kendimi mecbur hissetmiş olmalıyım. Bugünler kadar zor olmasın, zor
Geçen hafta Gazete Duvar’da Grand Korçi imzasıyla bir yazı yayınlandı. Beyoğlu’ndan kovulanlara ilave olarak “İstanbul metropolünün yoz taşralarına sıkışmış kitleler” de, artık bir Akbil mesafesinde olan Kadıköy’e hücum edince… Kadıköy için kıyamet. Hemen akabinde Barış Özkul Birikim’de, Korçi’nin yazısını hedef alan bir yazı yazdı. İki yazıyı da “lazım olacaklar” diyerek bir kenara iliştirmiştim. Böyle yığınla
Tanıl Bora, Birikim dergisinin Ekim sayısında, Kemal Tahir’in Yediçınar Yaylası üçlemesindeki köylü tasvirlerinden yola çıkarak, günümüzün popülizm tartışmalarına katkı yapmaya teşebbüs etmiş. Hoş işler bunlar. Sevdim. Bir derde derman ararken eski sandıklardan güzel şeyleri çıkarmayı severim bir defa. Kemal Tahir’i severim ayrıyeten. De… 20. Yüzyılın başlarında Anadolu’da —güya teknik yardım amacıyla ama muhtemelen Almanya istihbaratı