24 Ocak

1980 yılının yılbaşı olmalı. Yoksa rahmetli İbo ile, Ankara’nın buz gibi kış gecesi, Tunus Caddesindeki bekâr evimizin terasında ne işimiz olacak! Herhalde içerideki kalabalığın ürettiği yoğun sigara dumanı İbo’yu fazlasıyla rahatsız etmişti ve biraz hava almak istemişti. Ben de ev sahiplerinden biri olarak ona eşlik etmeye kendimi mecbur hissetmiş olmalıyım.

Bugünler kadar zor olmasın, zor günlerdi. Yokluklar, enflasyon, karaborsa, “yetmiş sente muhtaçlık”, grevler… Ne aramasanız vardı. Ama ben 24 yaşındaydım. Evden kiramı ödeyecek, karnımı doyuracak kadar para geliyordu her ay. Onun ne kadar zorluklarla denkleştirildiğini bilsem de, denkleştirmenin giderek zorlaşıyor olduğunun pek de farkında değildim —galiba farkına varmaya pek hevesli de değildim. Yani kriz, başkalarının krizi idi. Benim için öyleydi ama adanmış bir sosyalist olan İbo için başkalarının krizi demek, kendi krizi demekti aynı zamanda.

Dolayısıyla mevzuu o açmış, memleketin bu hallerden nasıl çıkacağına dair bol miktarda kontrol ve plan ihtiva eden sosyalist bir program teklif etmiş olmalı. İktisadi kriz olduğunun farkındaydım ama nasıl çözülebilir olduğu hususunda kafa yormuş filan değildim. Kriz başkalarının krizi olduğu gibi çözüm de başkalarının işi idi. Altı üstü kıçı kırık iki İktisat dersi almıştım. Birkaç sosyalist iktisat kitabı okumuştum. Ayn Rand’ın roman formatına sokulmuş liberalizm propaganda külliyatını da okumuş olmalıyım ama kitapların muhtevasından çok edebi değerine —yani değersizliğine, kahramanlarının kartonluğuna, kurgusunun şematikliğine filan— takılmıştım. Edebiyat iktisattan çok daha mühimdi. Edebiyata ihanet etmek, iktisada ihanet etmekle aynı kategoriye sokulamayacak kadar büyük bir günahtı.

Kısası, iktisattan anlamıyordum, içinde yaşadığımız krizden nasıl çıkılacağı hususunda kafa yormuş değildim. Gazetelerde iktisat sayfaları, televizyonlarda iktisat programları filan yoktu ama zaten gazete okumaya, televizyon seyretmeye de çoktan son vermiştim. İbo’nun müthiş kontrollü ve planlı çözüm teklifi kışkırtmış olmalı, yoksa ilgilenmeyi bile zül addettiğim bir hususta “öyle olmaz, olsa olsa şöyle olur” diye ahkâm kesmeye kalkmamın başka izahı yok. Orada, terasta, buz gibi bir Ankara gecesinin orta yerinde, bir beş dakika kadar ukalalık ettim ve “ancak böyle olur ama bunu yapacak taşaklı bir irade de Türkiye’de yok” diye kestirip attım. İbo her zamanki anlayışlı haliyle beni dinledi, uzatmadı, içeri geçtik —muhtemelen Karl Marks’ın beni affetmesini dilemiştir içinden. Ben de bütün konuştuklarımızı derhal unuttum.

Sonra 24 Ocak geldi. Ve ben dumura uğradım. Türkiye’de mevcut olmadığını zannettiğim taşaklı iradenin mevcut olduğunu fark etmekten çok, kendi teklifimdeki isabet yüzünden… Açıklanan program, o terasta İbo’ya anlattığımın neredeyse tıpatıp aynı idi.

***

Şimdi filmi biraz geriye sarayım. Çok değil, 79 yılının yaz aylarına… İzmir’de Metaş işçilerinin kurduğu bir kooperatifte oturuyordu ailem. Babam da, bütün komşuları gibi, Metaş’ta işçi idi. Metaş, hem işçilerine verdiği ücretler ve hem de sosyal haklar, yönetim anlayışı ve saire bakımlardan, dönemin moda tabiriyle “İzmir’in Almanya’sı” idi. Ama işler bir süredir iyi gitmiyordu. İnşaat sektörü durmuş, Metaş da ürettiği inşaat demirlerini satamaz olmuştu. Anlatıldığı kadarıyla dağ taş mamul stoklarıyla dolmuştu. Ve o şartlarda DİSK’e bağlı olan —yani TÜRKİŞ gibi sarı olmayıp, kıpkızıl olduğunu iddia eden— sendika, grev ilan etmişti. Hemen hemen hiçbiri sosyalist olmayan komşularımızın çoğu da, grevi bir bayram gibi karşılamışlardı. İşçi sınıfının, haklarını gasp etmeye kararlı sermayeye karşı şanlı direnişi…

Çocuk aklımla bana tuhaf görünmüştü. Üretiyorsunuz, ürettiğiniz satılamıyor. Üretimi sürdürmek için daha yüksek, olağanüstü yüksek ücret talep ediyorsunuz. Çok geçmeden tuhaflık ortadan kalktı. Grevci komşularımız, limanda bekleyen ve yükünü boşaltamayan hurda gemilerinden, o gemilere patronun her gün ödemek zorunda kaldığı tazminattan, o tazminatın yüksekliği yüzünden patronun çok direnemeyeceğinden filan söz ettiklerinde, çocuk aklımın o adamların hepsinin aklından daha akıl olduğunu da idrak etmiştim. Fabrikada her yere mamul yığıldığı için hurdaları boşaltacak alan yoktu. Gemiler de limana gelmişti. Grev mücbir sebep sayıldığı için tazminatı sigorta ödeyecekti. Dolayısıyla grev esasen işçilerin değil, patronun ihtiyacı idi. Yani sendikacılar işçileri patrona satmışlardı. Muhtemelen de üç otuz paraya…

Türkiye’nin ark ocaklarıyla çelik üreten en iyi teknolojisine sahip, Ege Bölgesinin en büyük sanayi kuruluşu olan Metaş, bir daha belini doğrultamadı. 1980 başında, ben İbo’yla memleketin iktisadının kurtuluş reçetesini konuşurken Metaş’ın belini doğrultamayacağı henüz belli değildi. Belini doğrultamamasının sebebi de başka ve daha teferruatlı ilaveten —ama konumuz o değil.

Metaş’ın belini doğrultamayacağı belli olmasa da, yaşananları biliyordum yani, İbo’yla konuşurken. Sendikalara, sendikacılığa, memleketi yangın gibi saran grevlere onun baktığı gibi bakmıyordum.

Ve…

Teklif ettiğim program da, esasen, birçok patronun canını fena halde yakacak bir programdı. Bugün 24 Ocak diye, birileri, 24 Ocak kararlarını sermayenin aldırdığını, işçi sınıfının şanlı direnişi yüzünden kararların uygulanmasında zorluklar çekildiğini, o direnişi kırmak için de sermayenin güzün Evren ve şürekâsını işin başına davet ettiğini anlatacak —bugüne kadar defalarca anlattıkları gibi…

Hikâye öyle değil.

24 Ocak kararları yüzünden birçok patron battı. Batmayanların birçoğu servetlerinin çoğunu kaybetti. Hepsi 24 Ocak öncesine kıyasla çok daha rafine işler yapmak zorunda kaldılar —yani eski konforları bitti, mesaileri uzadı, riskleri arttı. Demiyorum ki işçiler kaybetmediler. Batan bütün patronların işçileri işsiz kaldılar. İşsiz kalmayanlar daha düşük ücrete daha uzun ve daha zorlu şartlarda çalışmak zorunda kaldılar.

E peki, ne anladık biz o zaman 24 Ocak’tan?

Şunu: 24 Ocak öncesindeki şartlar sürdürülebilir değildi. Yüksek gümrük duvarlarının içinde, fiktif bir iktisat, gayri iktisadi bir iktisat yaratılmıştı. O gayri iktisadi iktisadın sürdürülebilmesi için dışarıdan kaynak girişi elzemdi ve artık girmiyordu. Demirel’in oy deposu olan köylülere yüksek taban fiyat verebilmesi, işçilerin —memur maaşlarını çoktan katlamış olan— ücretlerine grev tehdidiyle daha da zam alabilmesi ve böylelikle iktidardan memnuniyetlerini sürdürmesi ve saire için kaynak kalmamıştı. Çünkü devlet mesela buğdayı, çiftçiden aldığı fiyatın çok altında fiyatla ihraç ediyordu. Ekonomi verimsizdi, ödenen işçi ücretlerini üretmiyordu.

Filan.

***

Peki, 12 Eylül’e nereden geldik? 24 Ocak’tan… Ama iddia edildiği yoldan değil. Sosyalistlerimiz kendilerini —ve kendilerine asla oy vermeyen sanal işçi sınıfını— tarihin öznesi olarak görmeyi sürdürebilmek uğruna mercekleri çarpıtsalar da, esasen ne sosyalistlerin ve ne de işçi sınıfının 12 Eylül’e giden şartları inşa edecek güçleri de, maharetleri de, dünya kavrayışları da yoktu. Onlarda olmayan güç, maharet ve kavrayış ise, tam bağımsızlıkçı, dışa kapanmacı derin devlette vardı.

Yani?

24 Ocak kararları devletin bir kanadını —“tam bağımsızlık” sloganı altında Türkiye’nin kendi çiftlikleri olarak kalmasını talep edenlerden müteşekkil kanadı— tahrik etti. 24 Ocak, özü itibariyle, “dünyanın başka yerlerinde cari olan iktisadi kurallar Türkiye’de de cari olacak” demekten ibaretti —benim İbo’ya yaptığım ukalalığın esası da zaten “iktisadın evrensel kuralları var, uymayan ülke batar” demekten ibaretti. Hâlbuki Türkiye’de, elinden gelse pi sayısının ve yerçekimi ivmesinin bile değerini belirlemek isteyen, belirleyemediği için de fena halde mahzun olan birileri vardı ve evrensel iktisadi kuralların duvarları aşıp içeri girmesini hazmetmeleri mümkün değildi. Dolayısıyla 24 Ocak’ın akabinde, devletin iki kanadı birbirine girdi. Arkasına ABD’yi alan kanadı diğerinin bileğini normal rejim içinde bükemedi —galiba bükmeyi de istemedi. ABD’nin icazeti ve desteğiyle 12 Eylül’ü yaptılar.

Özeti…

24 Ocak doğru bir işti. Kısmen o doğru işi dosdoğru yapacak kadroların olmamasından, kısmen bu tür işler zaten dosdoğru yapılamaz olduğundan ama çokça 12 Eylül yüzünden çokça hata ihtiva eden bir süreçte hayata geçirildi. Bütün defolarına rağmen, net bakiyesi kesinlikle pozitiftir. Türkiye’de iktisadi aktörler bir nebze iktisadi davranmayı öğrendilerse, 24 Ocak sayesinde oldu bu iş.

12 Eylül yanlış bir işti. Yapılabileceği kadar yanlış bir biçimde gerçekleştirildi. Net bakiye olarak, elbette esas fenalıkları işlenen sayısız cinayet ve memlekete giydirilen manasız Anayasa —ilaveten seçim ve siyaset mevzuatı— idi. Teferruatına girmeyeyim, ülkede demokratikleşme sürecini kültürel olarak imkânsızlaştıran kavram haritasını da tahkim etti. Mevzumuzla alakalı olarak ise, bir yandan 24 Ocak’ta başlayan sürecin kolaylıkla denetim dışına çıkmasına, paylaşımcı bir tarza değil de tepeden inmeci bir zihniyete bürünmesine sebep olurken, öte yandan memleketimin güya sosyalistlerinin “vay be nasıl direndik, bizi ancak darbeyle yenebildiler” illüzyonuna sığınıp gerçeklikle bağlarını iyice koparmalarına sebep oldu. Dünyanın sosyalistleri sosyoloji, siyaset, iktisat öğrenirken bizimkiler öğrenmeden onca yıl hayatlarını sürdürebildilerse, 12 Eylül’ün gadrine uğramış olmalarına çok şey borçlular —bolca mazeretleri ve kahramanlık destanları oldu.

Add a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin