Hep virüs, hep virüs… Sıkılıyor insanlar haliyle, taze mevzular arıyorlar. Anladığım kadarıyla taze mevzuları da, virüse yer açmak için tavan arasına kaldırmak zorunda kaldıkları sandıklarda arıyorlar. Benim aklıma böylesi gelmezdi doğrusu, pes! Birileri bir erken seçim lafı etmiş anladığım kadarıyla. İşi icabı radarları Ankara semalarına salınan boşboğazlıkları tarayanlar var. O boşboğazlıklarda gelecek hakkında ipuçları arayanlar…
1980 yılının yılbaşı olmalı. Yoksa rahmetli İbo ile, Ankara’nın buz gibi kış gecesi, Tunus Caddesindeki bekâr evimizin terasında ne işimiz olacak! Herhalde içerideki kalabalığın ürettiği yoğun sigara dumanı İbo’yu fazlasıyla rahatsız etmişti ve biraz hava almak istemişti. Ben de ev sahiplerinden biri olarak ona eşlik etmeye kendimi mecbur hissetmiş olmalıyım. Bugünler kadar zor olmasın, zor
Türkiye’de televizyonun yaygınlaşmaya başladığı dönemlerde, Kaçak diye bir dizi vardı, yayınlandığı saatlerde sokaklar boşalırdı. Dizi dediğiniz şey öyle bir şeydi, haftada bir, belirli bir saate başlayan bir şey. Hâlbuki siz, mesela bir Pazar günü, bölümleri arka arkaya izlemeyi istiyor olabilirdiniz. Öylesini tercih ediyor olabilirdiniz. Ama imkân yoktu. Dizileri, önceden belirlenmiş yayın saatlerinde, sunulduğu kadarıyla izlemek
Son dönemde büyük bir zevkle okuduğum isimlerin başında Kemal Can geliyor. Bende hiç olmayan çok şey onda var —mesela derdini tasarruflu bir biçimde ifade kabiliyeti, derli toplu bir kavramlaştırma ve saire… Dünkü yazısını ise muazzam bir şaşkınlıkla okudum. Bir noktasında “Hayatın pek çok alanında olduğu gibi siyaset de, yaşamak da bir performans meselesine dönüşmüş durumda”
Büyük resim görücüler demişti, ABD’nin istediği olur. Eh elinde dünyanın dört bir yanında meşum operasyonları müthiş bir performansla planlayıp gerçekleştiren bir CIA varsa, dünyanın her ülkesinin başına istediğini getirip yerleştirebiliyorsan, bugünleri ta kırk yıl önceden planlamışsan, şimdi de yüz yıl sonrasını planlıyorsan… Kim tutar seni, öyle değil mi! Öyle bir ABD, öyle bir CIA yok.
Anlattığı fıkrayı açıklamak zorunda kalan biri gibi görüneceğim ama… Dün dile getirmeye çalıştığım şeyin özü şu: İdeoloji, felsefe, anlayış filan hepsi mühim olabilir ama bir yere kadar. Fenerbahçe’nin —veya başka herhangi bir takımın— performansının, kahvehane köşelerinde ve/veya televizyon ekranları karşısında konuşulup duran sistem, Fenerbahçe kimliği gibi hususlarla münasebeti neredeyse sıfır. Gerçeklik, sırasını beklemeden sağanak halinde