Performans mı Dediniz?

TEKEL direnişi — Yapılmasa da olacak işleri yerine ücretlerini isteseler…

Son dönemde büyük bir zevkle okuduğum isimlerin başında Kemal Can geliyor. Bende hiç olmayan çok şey onda var —mesela derdini tasarruflu bir biçimde ifade kabiliyeti, derli toplu bir kavramlaştırma ve saire… Dünkü yazısını ise muazzam bir şaşkınlıkla okudum. Bir noktasında “Hayatın pek çok alanında olduğu gibi siyaset de, yaşamak da bir performans meselesine dönüşmüş durumda” dediği yazıdan söz ediyorum. Bir başka noktasında ise “İnsanca yaşamak bir hak değil de başarılması gereken bir hedefmiş ve bu performansı gösteremeyenlere çekilmekten başka seçenek yokmuş gibi” dediği yazıdan…

Anlamadım ben, Can’la aynı ülkede mi yaşıyoruz? Bu memlekette performans nerede, kimin için bir mesele olmuş? Erdoğan mesela, rey isterken kendi performansını —veya parti görünümlü şeyinin performansını— mı delil gösteriyor? “Beni seçmezseniz yandınız, beka yani, anladınız siz onu” demiyor mu? Kılıçdaroğlu rey isterken “bakın ben şunları başardım, partim şunları başardı” filan diyor da ben mi işitmedim?

Terim Galatasaray’daki koltuğundan kalkmamak için Galatasaray’ın performansına mı yaslanıyor? Galatasaray’daki futbolcular mevcudiyetlerine sahada yapıyor olduklarıyla mı, bir zamanlar yapmış olduklarıyla mı meşruiyet temin etmeye çalışıyorlar? Fikret Orman Beşiktaş’ın başından ayrılmak zorunda kalmasını anlamaz görünürken şöyle düşük bütçesiyle ortalığı kasıp kavuran bir takım mı bıraktı da sitem ediyor bizlere?

Beşiktaş seri başı olduğu grupta dörtte sıfır çekti. En berbat dönemlerinde bile yaşanmamış bir şey bu. Bu rezilliğin mesulü Avcı çıkıp, “antrenörlüğüm sorgulanamaz” babında meydan okuyor. Hangi performans?

Türkiye’de kim, hangi pozisyonu, hangi performansla hak ediyor? Belki Cem Yılmaz vardı, o da hızlı performans kaybını tebessümle geçiştirmeye çalışıyor anladığım kadarıyla. Ortada performans mı var da performans meselesi olacak?

Sahiden tuhaf.

İnsanca yaşamak bir hak mı? Ne demek insanca yaşamak? Nasıl yaşarsak insanca yaşamış olacağız? Hak ne? İnsan hakları beyannamesinin dibinde, yanlış hatırlamıyorsam, “bu hakları korumak herkesin görevidir” mealinde bir madde vardı, galiba kaldırılmış.

Evet, farkındayım, bugün bir Namık Kemal çıksa ve “yüksel ki yerin bu yer değildir / dünyaya gelmek hüner değildir” dese, dört bir yandan taarruza uğrar. Evet, farkındayım, gün Namık Kemal’in günü değil, artık hüner sahibi olmadan da hak sahibi olunabiliyor. İyi bir şey, ona da tamam.

Ama…

Bir yandan söylemek zorundayım ki, ne yazık ki, insanca yaşamak için hüner gerekir. Performans gerekir. Performans ihtiyacı giderek azalıyor, dedelerimizin yaşadığı şartlardan daha iyisini onların sergilediği performansın onda birini sergilemeden yaşayabiliyoruz ama performans olmadan da olmaz yani.

Öte yandan, oluyor. Orman Beşiktaş’ın başında durabiliyor, Demirören TFF’nin başına geçebiliyor, sonrasında Hürriyet’in sahibi oluyor. Netice? Beşiktaş dibe vuruyor, futbol dibe vuruyor, Hürriyet dibe vuruyor. Sonra karşımıza geçip diyor ki her biri, “ama Beşiktaşlılar iyi bir Beşiktaş’ı, futbolseverler iyi bir futbolu, okurlar iyi bir gazeteyi hak ediyor.”

Her yanımızdan, olur olmaz yerlerimizden hak taşıyor. Hak lafı, her kilidi açacak maymuncuk halini aldı. Lüzumundan çok hakkımız var ve ortada hiç mi hiç performans yok. Can ise diyor ki mealen, “performans beklentisi hakları gölgeliyor”.

Sahiden aynı ülkede mi yaşıyoruz?

Aynı mecrada Hakkı Özdal da başka bir hikâye anlatıyor. Memleketin özelleştirme hikâyesini… Özelleştirme kavramı hakkındaki fikrimi saklı tutarak diyebilirim ki, Türkiye’de özelleştirme işi yanlış yapıldı. Burada Özdal ile mutabık kalabiliriz.

Ama…

Anlıyoruz ki, Tekel’in sigara bölümünde özelleştirme öncesinde, 2001’de, 30124 işçi çalışırken, sonrasında, 2008’de işçi sayısı 12 bin civarına gerilemiş.

Yani?

Üretim düşmüş mü? Bilemedim. Eğer düşmemişse, demek ki, 18 bin civarında işçi lüzumsuzmuş. Onlar olmadan da üretim sürdürülebiliyormuş. Yani iki kişilik işi beş kişi yapıyormuş. Bence durum daha da vahimdir de, daha çok işçiyi çıkarmayı göze alamamışlardır.

Özelleştirme kavramı gündeme geldiğinde, meselenin özü zaten buydu. Yani kamu kuruluşlarına lüzumsuz işçi alımı… Yani birilerine, kamu kuruluşlarından, hiç sebepsiz ücret ödeniyordu. Ödenir, ödensin. Ama sanki bir iş yapıyorlar da aldıkları ücreti hak ediyorlar gibi yapılıyordu. Ortada performans yoktu yine. Hak vardı. Her nasılsa bir Tekel fabrikasına işçi olarak kapağı atmış olanların hakları…

İnsanın nutku tutuluyor.

İki kişinin yapabileceği iş için beş kişiye ücret ödenmesinin müdafaa edildiğini görünce, insanın nutku tutuluyor. Özelleştirmeye karşı çıkılacaksa çıkalım. İyi de “biz bu üretimi nasıl bölüşeceğimizi bilemiyoruz, birilerinin işçiymiş gibi yapmasını sağlayalım, onlara ücret ödeyelim, biraz daha makul bir bölüşüm varmış gibi görünsün” mantığının müdafaa edilir bir yanı mı var?

O Tekel işçileri emekçi filan değildi. Harcadıkları şey emek değildi. Aldıkları ücret hak değildi. Emekçilerin haklarını müdafaa üzerinden kendisine kariyer inşa edenlerin kariyerleri de hak değildi. Sendikacıların, entelektüellerin…

Ama işin esas mühim yanı bu değil. Esas soru şu: Tekel’de 12 bin kişiyle yapılabilecek iş için 30 bin kişinin işçiymiş gibi yapmasına ne lüzum var? Eğer o ücretler, yapılmasa da olacak olan işler için ödenebiliyorsa, iş yapıyor görünmeden ödensin. Mecbur muyuz kardeşim biz, siz emekçilerin hakları üzerinden kariyer inşa edeceksiniz diye işçiymişiz gibi yapmaya? Çalışır görünmeye mecbur muyuz? Ödeyin ücretlerimizi, hakkımız olan insanca hayatı yaşayalım.

Üff!

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin