Yollar ve İnsanlar

Hikâyenin gerçekliğin ne kadarını yansıttığını bilmiyorum ama rivayet odur ki, Çanakkale Savaşının lojistiğini başarıyla yöneten Behiç’e Milli Mücadelenin de lojistiği emanet edilir. Behiç vazifesini layıkıyla yerine getirir lakin… Yönettiği demiryollarında çok sayıda Ermeni ve Rum, yani gayrimüslim çalışmaktadır ve bu hal de İsmet’i rahatsız eder. İsmet otoritesini kullanarak Behiç’in alanına tecavüz eder, gayrimüslimleri görevden uzaklaştırır. Bunun üzerine Behiç Kemal’e gider ve görevden affını ister. İsmet’in işten çıkardığı personelin yeniden işe alınması sözüyle ancak ikna edilir ve geri döner.

Meselenin İsmet-Behiç husumetin sebebi mi yoksa sonucu mu olduğunu bilmiyorum. Ama Kemal öldükten sonra İsmet’in, savaş sonrasında sivil olarak da çok önemli görevleri başarıyla yerine getirmiş olan Behiç’i Paris’e yollamış olması, aralarındaki husumetin orada kalmamış olduğunu ima ediyor. Ancak meselemiz bu değil.

Kafanızda canlandırmaya çalışın. Milli Mücadele yürütülüyor. Demiryolları, askeri olarak çok büyük ehemmiyet taşıyor. Muhtemelen Müslüman tebaada demiryollarındaki işleri layıkıyla yapacak pek kimse yok. Behiç’in bir işi var ve bu işin layıkıyla yapılabilmesi için gayrimüslim beceri sahiplerine ihtiyacı var. Bu gerçeklik de, besbelli ki, onu pek rahatsız etmiyor.

Ama İsmet’i ediyor.

Neden?

Bir ihtimal güvenlik kaygılarıyla… Yani İsmet’in zihninde, gayrimüslimler —sadece gayrimüslim oldukları için— güvenilmezler. Daha berbat bir ihtimale göre ise İsmet, gerçeklikten başka bir gerçekliği, gayrimüslimlerden arındırılmış bir toplumu arzuluyor. O arzusunu gerçekleştirme işini ölüm-kalım savaşının ertesine ertelemeye bile razı değil.

Raundu Behiç kazandı ama maçı İsmet.

Anlaşılan o ki Milli Mücadeleyi yürüten toplum, bugün bizim içinde yaşadığımız toplumdan bir hayli farklı bir toplumdu. Ciddi oranda gayrimüslim bir nüfus vardı ve… Önemli pozisyonlarda yer alabiliyorlardı. Milli Mücadele safhasında bile… Belki Milli Mücadeleyi kendilerinin de mücadelesi olarak görüyor bile olabilirler —en azından bazı Sünni Müslüman Türklerden daha çok öyle hissedenler vardır aralarında.

Ve yine anlaşılan o ki, o dönemde memleketin entelektüel ve siyasi elitinin içinde Behiç gibiler de vardı —Behiç muhtemelen yalnız değildi. Ancak Behiç gibiler, genellikle yaptıkları gibi, işleriyle, işlerini iyi yapmakla meşgul idiler, mesailerini işlerini iyi yapmaya tahsis etmiş idiler. Daha büyük hayalleri, tasavvurları olan İsmet gibiler, onlara galip geldiler.

(Devam etmeden… Mesele hayal kurmak değil, hayalleri olmak bence iyidir. Ama hayalleri gerçekliğin malzemesinden kurmak başka, muhayyel unsurlarla kurmak başka. Fillerden bir ordu kurmayı hayal etmek başka, mor renkli uçan fillerden bir ordu kurmayı hayal etmek başka yani.)

***

Behiçgiller kazansaydı ne olurdu?

Anadilleri ve dinleri farklı, çoğu —sadece toplumun ana gövdesiyle değil— birbiriyle de muhataralı bir yığın etnik azınlığın nüfusun önemli bir bölümünü oluşturduğu bir toplum siyasi elitlere ne tür problemler çıkarırdı, siyasi elitler o problemlerin çözümünde ne kadar başarılı olurlardı kestirmek müşkül.

Ama eğer öyle bir toplum yönetilebilseydi, mesela şehirlerimiz bugünkü gibi berbat halde olmazlardı —en azından Ermeniler Lazlardan daha şehirli ve daha iyi müteahhit oldukları için. Türkiye’nin bir Kürt meselesi olmazdı —gayrimüslimlere karşı Türkler ile Kürtlerin daha geniş bir ortak paydası olduğu için. Her konuda —bir nevi sömürge standardını andıran— bir Türkiye standardı olmayacaktı, olmayabilecekti —başkaları kadar iyi futbol oynamak, başkaları kadar iyi müzik yapmak, başkaları kadar iyi roman yazmak filan gibi motivasyonlarımız olacaktı.

Ama daha mühimi, Sünni Müslüman taban, bugünkü gibi azgınlaşamazdı. Bugün her şeye hakkı olduğunu varsayan taban, demek ki, her şeye hakkı olduğu zannını, en düşman oldukları özneye, İsmet’e borçlu. İsmet olmasaydı, Cumhuriyetin temelleri İsmet’in ve onun gibilerin varsaydıkları mor renkli uçan ineklerin sırtına atılmış olmasaydı, Sünni Müslüman kesimler, Cumhuriyetin büyük ortağı olacaklardı, sahibi değil.

İsmetgiller kazandı. Kemalizm kendisi hakkında söyledikleri değil (a) İsmetgillerin düşündükleri ve (b) İsmetgillerin yaptıkları şeylerdir. Düşündükleri Kemalizm’in entelektüel elitinin faaliyetleri, yaptıkları ise siyasi elitinin faaliyetleridir.

Yani?

Kemalizm laiklik filan değildir —zaten, yukarıda da özetlendiği gibi, Kemalistler laik değildiler, laik davranmadılar, kantarı Sünni Müslümanlık lehine bozdular.

Laiklik değilse nedir Kemalizm? Her şeyden önce ve her şeyden çok, monolitik bir toplum tasavvurudur. Sünni İslam’ı çok sevdiklerinden, çok benimsediklerinden kantarı Sünni Müslümanlar lehine bozmuş değillerdi, o ana gövdeyi yekpare gövde yapma sevdasındaydılar.

Gerçekliğe saygı duymuş gibi görünüyorlar. Yekpare bir gövdeye ihtiyaç duyduklarında, hiç değilse mevcut ana gövdeyi yok saymamışlar. Ama gerçekliğe bütün saygıları da işte bu kadardı.

İsmetgillerin kazanmasının bir yığın yan ürünü (by-product) oldu. Hep öyle olur ve genellikle yan ürünler esas üründen daha müessir olur tarihin şekillenmesinde. Toplumun monolitik bir toplum haline getirilebilmesi, dönemin entelektüel ve siyasi elitinde, her şeyin mümkün olduğu zannını besledi. Muhayyel mor renkli uçan filin sırtına daha da büyük yük yüklediler.

Öyle bir zemin yoktu. Hâlâ yok.

***

Daha önce muhtelif yerlerde anlattım. Bir gece bir kanalda trafik probleminin tartışıldığına denk geldim. Henüz evliydim, eşim kısa süre önce Antalya-İzmir seyahati sırasında, tam Muğla kavşağında kaza yapmıştı. Çok şükür ciddi bir şey olmamıştı. Eşimi almaya gittiğimde polis bana, eşimin kaza yaptığı yerde her gün onlarca kaza olduğunu anlattıktan sonra, eşimin sekizde sekiz kusurlu bulunduğunu söyledi. Yol kusuru? Yoktu. Merak ettim, uluslararası istatistikleri araştırdım. Türkiye’de yol kusuru neredeyse sıfıra yakındı. Doksanların o berbat yollarının kazalarda hiç kusuru yoktu. Ama mesela Almanya’da, ABD’de filan… Yol kusurunun da ciddi bir hissesi vardı kazalarda.

Televizyondaki programda, dinleyicilerin ön sırasında oturan bir kadın mikrofonu aldı. Her halinden ve tavrından besbelliydi ki, Kemalist zihniyetin kusursuz bir ürünü ve taşıyıcısıydı. Açtı ağzını yumdu gözünü ve sürücülere demediğini bırakmadı. Çözüm teklifi de hiç beklenmeyecek şey değildi, eğiteceksin sürücüleri, sonra bir de psikolojik test yapıp ruh hastası olmadıklarını ispat etmelerini isteyeceksin, filan. Tıpkı Kemalist devletin polisi gibi, mezkûr kadına göre de kusur, sekizde sekiz, sürücülerdeydi. Üstelik sadece beceriksiz değildiler, ruh hastasıydılar.

Sinirlendim ve kanal değiştirdim. Baht işte, Discovery Channel’a (belki de History Channel’a) denk geldim. Ve yine baht işte, Almanya’da otoyolların tarihi anlatılıyordu. Bir milli gurur projesi olarak Hitler tarafından yapılmışlardı. Yapıldıkları dönemde ülkede yeterince araç yoktu. Dolayısıyla da sıkıntı da yoktu. Ama savaştan sonra refaha paralel olarak araçlar artmış, araçların kaliteleri —dolayısıyla da hızları— yükselmiş, kazalar başlamıştı. Almanlar kazaları muhtelif yöntemlerle analiz etmişler, yol sathının düzeltilmesi gerektiğine karar vermişler… Ve saire…

Kemalist pratiğin en can yakıcı yan ürünlerinden birincisi, bana kalırsa, bu misalde apaçık görünüyor: Almanlar bir problemle karşılaştıklarında yolları düzeltmeye çalışırken, biz, problem her ne olursa olsun, insanları düzeltmeye kalkışıyoruz. Her şeyi mümkün gören Kemalist siyaset duvara tosladığında, gerçeklikle irtibatını zaten çoktan kaybetmiş olduğundan, “ulan bu neden oldu” sorusunu sormak gerektiğinde, “bir şeyi eksik veya yanlış yaptık” diye düşünmedi hiç. Şimdi de düşünmüyor. Kabahat insanlarda. Birilerine göre, hâlâ AKP’ye oy veren makarnacılarda, ötekilere göre CeHaPe zihniyetine teslim olmuş işbirlikçi hainlerde… “Bizim siyaset sistemimizde aksayan ne var” diyen neredeyse hiç yok.

(“Aha AKP yolları düzeltti, işte post-Kemalizm” diyenler olursa… Erdoğan Behiç gibi davranmadı, İsmet gibi davrandı/davranıyor, her bir posta yerli ve milli —hatta ailevi— atamalar yapıyor. Ortada —bırakın post-post Kemalizm’i— post-Kemalizm filan yok. Kemalizm’i yukarıda ima ettiğim biçimiyle kavramayı kabul edecek olursak, sadece el değiştirmiş bir Kemalizm var. Şapkanın yerini başörtüsü aldı, hepsi bu. Mesaimizi ve enerjimizi demiryollarını daha iyi işletmeye değil de kafanın üstünde ne taşıyacağımıza harcama âdeti berdevam.)

***

Kemalizm’in bir başka mühim yan ürünü, yukarıda değindiğim gibi, bir tür Türkiye standardına mahkûm kalmamız. İşi bilen Ermenileri ve Rumları sepetleyince, “ne var ki, o işi bizim çocuklar da yapar” deyince… Yapamadılar, yapamadık. “Türkiye’de ne kadar futbol varsa o kadar da roman var” demişti Fethi Naci, Türk romanının içler acısı halini açıklamak mecburiyetinde kalınca. E evet, ne kadar futbol varsa o kadar da roman oldu. O kadar siyaset, o kadar üniversite, o kadar gazete… Her şeyden o kadar…

***

Uzattım.

Kemalizm deyince, işte öyle deklarasyonlara filan bakıp… Nietzsche’nin kutsal kitapların muhtevasına bakıp Hıristiyanlık hakkında konuşması gibi Kemalizm hakkında da konuşulabilir. Ama gerçeklik o deklarasyonlara, altı oklara filan benzemedi, benzemiyor. Kemalizm’in gerçekliği, temelleri gerçeklikle irtibatı olmayan bir hayal âlemine atılmış, dolayısıyla da her an yıkılacakmış gibi görünen, dışarıdan bakınca şatafatlı ama içinde yaşanması neredeyse imkânsız olan, yine de bütün mesainin dış boyasını onarmaya harcandığı bir bina idi.

Hâlâ öyle.

Problemlerimizi anlamaya çalışacak bir iki teşebbüste bulunsanız, karşınıza ellerinde reçeteleriyle birileri çıkıyor. Öğretmenleri şöyle seçip yetiştireceğiz, hâkimlere şu güvenceyi verip şu sopayı göstereceğiz, Kürtleri şöyle döveceğiz, sanayie şöyle yatırım yapıp kendilerine iş bulamadıklarımızı da köylerine göndereceğiz, üniversitelerde kontenjanları şöyle daraltacağız, Diyaneti şöyle düzenleyip… Önce bir insanımızı düzelteceğiz ki…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin