37. Hamle

AlphaGo-Sedol maç serisinin birinde, meşhur bir 37. hamle var. Go’dan anlamadığım için oyunun gidişatını neden değiştirdiğini de anlamış değilim ama anladığını zannetmemiz istenen hemen herkes mutabık ki, AlphaGo’nun yaptığı bu hamle (a) beklenmedik, (b) sonuç alıcı bir hamleydi. Madem o kadar sonuç alıcıydı, yapıldığı anda maçı AlphaGo lehine döndürülemez hale getirmişti, nasıl olup da o kadar beklenmedik olabiliyordu?
Benzer bir hamleyi de Sedol, kazandığı biricik maç olan dördüncü maçta yapmıştı. AlphaGo o hamlenin ancak on bin kişiden biri tarafından yapılabileceğini hesaplamıştı. Ve yine herkes mutabıktı ki, Sedol’e o maçı kazandıran o, ancak on bin kişiden birinin akıl edebileceği hamle idi.
Doğru anlıyorsam, şunu anlamamız gerekiyor: Go oyununda, apaçık saçma olan tercihler dışında, her hamlede sayısız tercih var ve hemen her biri, oyunun gidişatına göre, son derece manalı olabilir. Ama ne insan ve ne de hatta bilgisayar bütün olabilirlikleri hesaplama kabiliyetine sahip olmadığından, muhtelif kestirmeler, heuristicler marifetiyle, tercih alanı sınırlandırılıyor. Aşırı sınırlandırılıyor. Meşhur 37. hamle de mesela, çok iyi bir hamle olmasına rağmen, o sınırların dışında kaldığı için, akla gelmiyor.
Mezkûr sınırlandırma işi de, geçmiş tecrübelerden süzülüp gelen bilgiye yaslandırılıyor.
Yani eğitime.
Eğitim derken sadece ve münhasıran okulu kastetmiyorum. En genel manasıyla, tercihlerimizi belirlerken müracaat ettiğimiz bilgi stokunu edindiğimiz süreçlerin hepsini kastediyorum —ki beni bilenler bilir, mesela şehirlerin eğitme gücünün okullarınkinden daha yüksek olduğunu söyleyip duruyorum.
Neticede şöyle olmuş oluyor: Herhangi bir anda, diyelim esasında bin farklı tercih seçeneğimiz var ve fakat biz sadece birkaç tanesini değerlendiriyor, onların arasından seçim yapıyoruz. Vahim olanı şunlar ki, (a) esasında tercih setimizin o kadar dar olmadığını bilmiyoruz, (b) yaptığımız tercihin neticesi, genellikle, tercih setimizi öyle daraltmamızı meşrulaştırıyor ve bir sonraki adımda da benzer bir daraltmayı gönüllü olarak yeniden üretiyoruz.
Sözünü ettiğim daraltma sürecinin, yukarıda da işaret ettiğim gibi, eğitimle, yani sosyal dokuyla alakalı bir yanı var. Ama o sosyal faktörün altında, daha önce de defalarca işaret ettiğim gibi, biyolojik bir faktör var: Bilgiişlem kapasitemizin sınırlılığı. Bilgiişlem kapasitemizin sınırlılığını aşmak amacıyla istihdam ettiğimiz çok sayıda strateji de var. Mesela heuristicler bunlardan biri. Kararı bir bilene, mesela lidere veya hekime veya ustabaşına ihale etmek bir başkası. Mesela çeteleşmek ve daha önce denenmiş tercihleri tekrarlayıp durmak bir başkası.
Hangi stratejiyi tercih edersek edelim, seçeneklerin sınırsızlığı ile onları değerlendirmek için istihdam ettiğimiz stratejinin performans şansı arasında bir gerilim var. Çözülemeyen ve çözülemeyecek bir gerilim. Aydınlanma bu gerilimin çözülemezliğini inkâr eden bir hal. Henüz bütün seçenekleri değerlendirebilecek duruma gelmemiş olabiliriz ama —Whitehead’in veciz bir biçimde ilan ettiği gibi— artık buluş tekniği bulunduğuna göre, tez zamanda, bütün seçenekleri değerlendirebilecek duruma geleceğiz. Her birimiz teker teker.
Aydınlanma’nın yarattığı esas problem yarattığı bu “her seçeneği değerlendirebilir, optimum çözümü bulabiliriz” illüzyonu değil. Aydınlanma’nın geç nesilleri, “her seçeneği değerlendiriyorum, optimum çözümü buldum” zannına sahip oldular. Bizim neslimizin yaşadığı da, işte, o zanna sahip insanların, kendi çözümlerini dayatma savaşları idi. Bu hastalıklı hali aşmayı sağlayan ise demokrasi.
Demokrasi —başka hiçbir şey yapmadıysa bile— iki şey yaptı. (a) Her biri doğruyu bulduğunu zanneden ama her birinin doğruları farklı olanları birbirleri ile ama şiddetten nispeten arındırılmış bir düzlemde karşı karşıya getirdi —bu karşı karşıya gelme anında bir hakemin, bir otoritenin müdahalesini ortadan kaldırdı. (b) Hal bu olunca, gelenekle sınırlandırılmış çözüm alanının dışında çözüm arayan, 37. hamleyi de alet çantasında taşıyan birileri de nispi bir güce, imkâna kavuştu.
Bu yüzden deyip duruyorum ki, “demokrasi, daha iyisi bilinmediği için en iyisidir” türünden aforizmalar manasız Aydınlanma zırvalarıdır. Demokrasi biricik sağlıklı sosyal/siyasal örgütlenme biçimidir. Kendisi de sürekli evrimleşmek zorundadır ve evrimleşiyor. Bu süreçte (a) taraflar arasında hakemlik yapacak bir otoritenin zayıflığı ve giderek zayıflaması ile (b) en uçuk çözüm önerilerinin bile yeşerebilmesini güvence altına alması esastır.
Dolayısıyla mesela eşcinsellerin taleplerine de, eşcinsellerin alanlarının genişlemesinden rahatsız olanların taleplerine de yer olmalı ama devlet bu iki kesim arasında taraf olmamalı. Yabancı düşmanlığını kendisine yakıştıramayanlar da yabancı düşmanları da güvence altında olmalı ama devlet bu tarafların arasına girmemeli.
Yani?
Kaos. Birçok kişiye öyle görünüyor. Öyle mi? Kaosu öyle tarif edersiniz ki, evet kaosu teklif ediyor olurum. Ama bence dert değil. Zaten öyle tarif edilmiş bir kaosun içinden süzülüp, on bin yıl içinde bu hallere geldik. Kaosun sona erebileceğine, erdirilebileceğine, erdirilmesi gerektiğine dair iman, bir Aydınlanma mitosundan başka şey değil. Sözünü ettiğim tarzdaki kaos, iyidir.
***
Bahadır Özgür Duvar’da, ana fikrine de, imalarının önemli bir bölümüne de katıldığım bir yazı yazmış. Evet, kutuplaşma diye bir şeytan icat edip sonra da başımızı derde sokan her şeyi o başlık altında tasnif ettiğimizde, bir yığın meseleyi politik alanın dışına taşıyoruz mesela. Evet, yukarıda söylediklerimi teyit edercesine işler işliyor, (a) politika kimlikler üzerinden yürür, (b) demek ki mevcut kimlikler havuzundan, pazarı yeterince geniş bir sembol çıkarıp parsayı toplarız gibi akıllarla yol almaya çalışıyoruz. Bütün bu tercihler, esasında daraltılmış bir tercih havuzunun içinde aranmaya tekabül ediyor —anahtarı kaybettiğimiz yerde değil, aydınlık olan yerde aramaya…
Filan.
Ama işte Gunnar Myrdal’ın 1959’unda değiliz. Olmadığımızın en büyük delili de, Özgür’ün paylaştığı grafiklerden birinde görülüyor. Yüz zengin aile, Türkiye’nin hasılasının dörtte birine sahip. Artık zenginler ve yoksullar dediğimizde 1959’daki gibi bir paylaşım farkından söz etmiyoruz. Toplumu yüzde yirmilik dilimlere böldüğümüzde görünmez oluyor ama esasında fark artık en zengin yüzde yirmi ile en yoksul yüzde yirmi arasında değil. En zengin binde bir ile, hatta milyonda bir ile kalanlar arasında. Bir üstteki grafikte en zengin yüzde yirminin sahip olduğu zenginlik —belki emeklilik gelirlerini dışarıda bırakırsak— esasında o gruptaki en zengin yüz binde birin elinde toplanmış durumda. Onları dışarıda bırakırsak, en zengin yüzde yirmi ile ikinci yüzde yirmi arasındaki fark da ortadan kalkıveriyor.
Mesele şu ki, zenginlik bu kadar yoğunlaştığında, bu kadar sınırlı sayıda elde toplandığında, artık manasını yitiriyor. Eski manasını yitiriyor diyelim. Yoksulluk da… Oturup yeniden düşünmek gerekiyor. Myrdal’ın bize söyleyeceği matah bir laf yok artık.
Artık bir 37. hamle akıl etmek lazım.