Ah Crusoe!

Adam bir avuç bahçesine birkaç domates fidesi dikmiş. Kediler musallat olmuş. Günümüzün refleksiyle, “benzer bir problemle karşılaşıp makul bir çözüm bulmuş olan var mı” diye sosyal medyada durumu paylaşmış. Bir hanımefendi derhal ekşimiş, “hayvancıkların doğal yaşam alanlarını işgal ediyorsunuz, sonra da…” filan gibilerden.
Yaşadığımız dönemin ruhunun neredeyse eksiksiz bir röntgeni sayılabilecek sıradan bir vaka. Üç temel bileşenin hepsi tamam.
Elinin altında İnternet olan biri köklerine dönüp kendi domatesini yetiştirmeye heves ediyor. Eh, besbelli ki orada kalacak, “kabağımı, patlıcanımı da kendim yetiştireyim” filan demeyecek. Yani bütüncül bir iddiası yok, ucundan tuttu mu, bir tarafından tutundu mu, kâfi. Teknolojik çağların neredeyse tamamına yayılmaya hevesli ama hiçbirini mülküne geçirme derdi yok.
Bir problemle karşılaşıldığında, ilk akla gelen başka insanlar. Daha önceki nesillerin hayal bile edemeyecekleri kadar geniş bir sosyal ağa mensup kahramanımız ve bunun tadını çıkarıyor. Muhtemelen o sosyal ağ problem çıktığında akla gelmiş değil, daha önce, mesela bahçeye domates ekme fikri de oradan zuhur etmiş, oradan ilham almış olabilir. Domateslerini işgalci kedilerden muhafaza edebilirse, zaferin fotoğraflarını da gururla paylaşacak —tabiata karşı, kapitalizme karşı, teknolojinin tasallutuna karşı bireysel zaferinin.
Ve… Her yerde, her zaman hazır ve nazır olan ahlakçı solcu bir hanımefendi sahneye aniden ve hışımla girmese, itiraf edin, eksikliğini hissedeceğiz.
***
Kedilerin hukukunu gözetme kaygısıyla bahçesine domates ekmekten imtina etme fikrini Crusoe’ye anlatmak, herhalde imkânsız olurdu.
Rızası hilafına düştüğü bir adanın —ve elbette unutmak olmaz, bir vahşinin— bir başına, kahramanca ve aynı zamanda müthiş bir tevazu ile, aynı zamanda neredeyse olağanüstü bir kendiliğindenlikle mamur edilişinin, medenileştirilişinin hikâyesi olarak Robinson Crusoe’nin yazılmasının üstünden üç yüzyıl geçti. Üç koca yüzyıl…
Ama bu üç yüzyıl içinde Crusoelar hayvan hakları aktivistine, insan türünden nefret eden ahlakçı solculara dönüştülerse, bu iş ağır ağır, hep aynı tempoyla olmadı. O üç koca yüzyılın neredeyse iki yüz elli yılı boyunca Crusoelar, Crusoeluk neredeyse rakipsizdi. Bugünkü haline, ayıp bulunur —hatta suç olarak tasnif edilir— haline ise, herhalde, son yirmi yıl içinde geldi. İnsanlığın son on bin yılı içinde temponun olağanüstü yükseldiği üç yüzyıldan söz ediyoruz. Ve o üç yüz yılın ilk iki yüz elli yılı, şu son yirmi, otuz yılın temposuyla kıyaslanınca ne kadar düşük görünüyor.
Devam etmeden galiba belirtmek gerekiyor, tempoyu olumluyor veya olumsuzluyor değilim, sadece tespit ediyorum.
Marks, işbu üç yüzyıl içinde zuhur etmiş bir şeyi tespit etmiş, ona işçi sınıfı demişti. Baş döndürücü bulduğu bir değişim temposu içinde beliren ve olağanüstü bir hızla kalabalıklaşan o işçi sınıfı ebediyete kadar varlığını sürdürecek, önünde sonunda da tarihin öznesi olacaktı. Öyle olmadı. İki gündür yazısının etrafında dolandığım Fisher görmezden gelse de, işçi sınıfı buharlaşıyor. Esasen buharlaşmadan önce de Marks’ın zannettiği şey değildi, hiç öyle davranmadı ama bu mevzular bahsi diğer.
Meselemiz başka. Marks, işçi sınıfı, sınıf bilinci, sınıf mücadelesi deyip duranları hangi durakta, hangi bozuk para makinesinde bozdurup, kendilerinden kedilerin hayat alanlarının müdafileri yaptık? Bundan altmış yıl önce her biri kendisini birer Crusoe —birer mütevazı kahraman— olarak gören, bütün dünyayı ise rızaları hilafına düştükleri, çekidüzen verilmesi gereken bir ada olarak tasavvur edenler ne ara tedavülden kalktılar? Neden kalktılar? Her şeye rağmen neşeli, hayata muhabbet besleyen, günahlara meydan okuyan, rahipleri tiye alan o insanların yerini neden bu kasvetli, insandan nefret eden, tembel ama aşırı küstah, biçimsiz mahlûkat aldı?
Bu soruları böyle sormak hakkımız, çünkü altmışların ertelenmiş Crusoeları kendilerini solcu olarak niteliyorlardı ve şimdiki bu nevzuhur dinin nevzuhur rahipleri, ahlakçıları da kendilerini solcu olarak niteliyorlar. Fisher’in yazısını ibretlik buluyorum, çünkü içinde yaşadığımız bu olağanüstü yüksek tempolu değişimin içinde, bana öyle geliyor ki, bozdurulup rahip haline gelmemek için çabalarken, artık çoktan tarih olmuş eski tutamakları çaresizce arıyor.
Yok artık o eski tutamaklar. İhya da edilemezler.
***
O eski tutamaklar yoklar ve ihya edilemezler ama Fisher’in hassasiyetleri de kıymetli. Yani sahiden de kedileri, caretta carettaları bahane ederek, buldukları her şeyi bahane ederek insan türünü, insan türüne mensup her bir özneyi günahkâr ilan etmekte birbirleriyle yarışan bu zevzekler sürüsünden bir gelecek çıkarılamaz. Ahlaksız bir ahlakçılıkla, tarih boyunca belki de benzeri görülmemiş bir kibir ve küstahlıkla, insanların acılarına, sevinçlerine, hayallerine, hayal kırıklıklarına benzersiz bir kayıtsızlıkla, sıfır çabayla sınırsız bir entelektüel iktidar talep eden doymazlıkla hepimize parmak sallayıp duran bu heyet, bu çete, bu sınıf geriletilmeden kendimize bir yol açmamız mümkün görünmüyor.
Crusoe benim açımdan bir anti-kahraman. Dünyaya nasıl muamele edilmemesi gerektiğini kendisinden öğrenebileceğimiz biri. Ama bu, Crusoeların kendi dar coğrafyalarından dünyayı tanzim etmeye heveslenmeleri, kendi öznel tecrübelerini evrensel bir şeymiş gibi dayatmaları yüzünden böyle. Yani Crusoeluğun niteliklerinden birine karşıyım.
Şimdi?
O karşı olduğum niteliğini aynen muhafaza edip, hatta bileyip, pek de karşı olunamayacak motivasyonlarını mahkûm eden bir tuhaf heyete maruz kaldık.