Ahali ve Düşmanları

Bu pandemi geçip gidecek ama ağır hasar verecek.

Bir açıdan bakınca başımıza daha önce benzeri gelmemiş, orijinal bir dert değil. Savaşlar da öyle şeyler değiller. Mesela bir uzaylı istilasına maruz kalsaydık, “aha bu orijinal bir şey” diyebilirdik ama maruz kaldığımız şey, insan türünün belalar ansiklopedisinde yeni bir başlık açmayı gerektiren bir şey değil. Ve fakat bizim neslimiz için görülmemiş ölçekte bir musibet.

Zannımca şunu görmüş olacağız ki, mevcut örgütlenme tarzımız, her an yenilenebileceğini düşüneceğimiz böyle bir musibetle orantılı bir biçimde mücadele etmeye uygun değil. Yani teker teker her birimiz meseleyi böyle formüle edecek manasında söylemiyorum. Tarihçiler bizim yaşadığımızı anlatırken, “21. Yüzyılın başlarında ortaya çıkan bir pandeminin neticesi olarak…” diye başlayıp bir şeyler yazacaklar, şimdi “Kavalalı İsyanı Osmanlı İmparatorluğunun modernleşme ihtiyacının ne kadar acil olduğunu gösterdi” gibilerinden yazdıkları gibi…

Uluslar üstü teşkilatların tamamı, fena halde aciz kaldı. En müessir olması beklenen AB bile… Ama fatura, zannımca, ulus devletlere kesilecek. Çünkü… (a) İstanbul’un Kavalalı İsyanına direnememesine yol açan hal, Kavalalı İsyanının kendisinden daha mühimdi. Mesele isyan değildi yani, bir valinin isyanının bu kadar kolayca bu kadar ağır bir yenilgiye sebep olabilmesiydi. Bünye hakkında bir şey söylüyordu vaka. Şimdi de öyle. Ve mevcut bünye, ulus devletlerin hâkim olduğu bir bünye. (b) Mevcut savaşı ulus devletler yönetiyor. Yetersizlik de onlardan bilinecek —kestirmeden…

Sancılı ama yaratıcı olacağını ümit ettiğim bir dönem yaşanacak.

***

Türkiye bu felakete, olağanüstü elverişsiz şartlarda tosladı.

Asrın liderimiz, toplumun bir lidere en çok ihtiyaç duyduğu anda, sekiz gün boyunca kayboldu. Her gün saatlerce konuşmasına alıştığımız zatı muhterem, tam da konuşması, bir şeyler söylemesi gerektiğinde arazi oldu —hep yaptığı gibi.

Şimdi yine sahneye çıktı ve… Hani “seksen gün daha kaybolsa mıydı” diye düşündürüyor.

Ahali burnundan soluyor, faturayı çıkaracak adres arıyor. Mercimek kadar aklınız olsa ne yaparsınız? Belediyeler mesela, yardım toplamaya mı çıkmışlar. Bırakırsınız toplasınlar. İşin büyüğünü belediyelere yıkarsınız, mesuliyetin de… Sonra da, günü gelince de “gördünüz işte, beceremediler” der, size yönelecek okların bir kısmını belediyelere sektirirsiniz.

Şahsında o kadar akıl yok. Korku? İstemediğin kadar. Virüs uzaktan görününce arazi olmaya sebep olacak kadar korku. Ama akıl? Zerre kadar yok.

Korku da bir yere kadar. Birileri çıkıp şahsına rakip olacak oldu mu, beyim ölüm döşeğinde olsa yekinip kalkıveriyor. Virüs şu kadar vatandaşı öldürecekmiş, umurunda değil. Ama birilerinin derdi biraz hafifletip şahsının saltanatına ortak olma ihtimali belirdi miydi… Maşallah katıksız cesaret. Ahaliyi korumak çok da şart değil ama koltuk riske girerse… Olmaz!

Bu yeni bir hal değil. Cemaat KPSS sorularını çalıp, ahalinin çocuklarının hakkını gasp ederken milat yoktu. Ne zaman milat oldu? Aynı cemaat şahsının yolsuzluklarını faş edip kendi saltanatını salladığı zaman.

Şahsı, malum, “biz bize yeteriz” diye gaza getirmeye çalışıyor birilerini. İşbu cümledeki ilk “biz”, bizi kastediyor, anlıyorsunuz değil mi? Sizi, beni, hepimizi… Olması gerektiği gibi. İkinci “biz” ise, yine hepimiz biliyoruz ki, ilkinden farklı. Yani cümleyi kuran şahsını, aile efradını, kendilerine koltukları ulufe gibi dağıttığı şürekâsını —bu çerçevede olmak üzere bilhassa Kartal Anadolu İmam Hatip mezunlarını— filan ima ediyor ikinci “biz”.

Birinci “biz” olarak biz, yine birinci “biz” olarak bize yeter miyiz, yetmeli miyiz, ayrı mevzu —kendine yeterlik denen şeyin bir efsane olduğu, saçma olduğu üzerine çok yazdım diye hatırlıyorum. Ancak o birinci “biz”in, ikincisine yetmediğini biliyoruz. Yetmezlik birinci bizden, onun yetersizliklerinden kaynaklanmıyor, ikinci bizin “yeter lan bu kadar” demeyi bilmemesinden, doymayı bilmemesinden kaynaklanıyor.

Neyse… Neticede şahsı, iktidarı boyunca bilmem kaçıncı defa, idare ettiği devletin yapması gereken işler için ahalinin cebine elini attı. Görünüşe göre, kellesini alabileceği özneler dışında pek kimse şahsına bağışta bulunmaya gönüllü değil, şahsına güveni yok. Ama propaganda aygıtı, “dayısından da beşi bir yerde” diye bağırıp duruyor. Eh, o dayı, bildiğiniz dayı. Hani Evren müptezelinin tablolarına bilmem kaç milyon bayılan dayı vardı ya, o.

Zaten de şahsının ve şürekâsının Evren ve şürekâsından bir farkı yok. Malumunuz, bilmem ne kadar süreyle enfeksiyonun hangi ilde ne kadar yayıldığı bilgisi saklandı. Gerekçe? Eğer ahali bilirse, pandeminin yaygın olduğu yerlerden sahillere kaçar ve enfeksiyon yaygınlaşır. Yani? Ahaliyi yönetme kabiliyeti zatı muhteremlerin, ahalinin cahil bırakılmasına, ahaliden bilgi saklanmasına bağlı. Pandemi boyunca bizden saklanan yegâne bilgi, nerelerde yaygın olduğu da değildi. Mesela defin istatistiklerine erişim de imkânsızlaştırıldı. Olabildiği kadar az şey bilmemiz, gizlemeye artık güç yetiremeyecekleri şeyleri ancak bilmemiz üzerine kurulu mevcut nizam.

Ve bu hal, hiç yeni bir hal değil. İşbu devlet, 1915’te ne olduğunun, Güneydoğuda yaşayanların Kürtçe diye bir anadili olduğunun, Dersim’de neler olduğunun ve sairenin ahali tarafından bilinmemesini sağlamak üzerine kurulmuştu. Bu devlet, daha kurulduğu tarihten itibaren, milletinin cahilliğinden medet umdu, bekasını milletinin cehaletine endeksledi.

Memleketin milliyetçilerinin milletin cehaletine bel bağlamasını anlayabiliyorum. Daha önce de dedim, onların yüceltmek istedikleri şey Türklük. Ortada onların yücelttikleri Türklüğe uygun Türk yok, kendileri öyle biliyorlar. Bütün referansları, o yüzden, tarihten… Bugünün en kahraman Türk’ü, kimsesiz bir gariban Ermeni’yi vurmak için 15 yaşındaki bir çocuğun aklını çelerek, ona o gariban Ermeni vatandaşı ensesinden vurdurarak kahramanlık sergileyebiliyor. Veya bir gazetecinin suratını dağıtarak. Gazetecinin de sağlam pabuç olmaması ayrı mesele ama onu döven ve sonra da dağıttıkları suratının fotoğrafını servis eden kahramanların, onu dövmeye kalabalık ve silahlı bir çete halinde gittiklerini tahmin etmek zor değil. Bunlarla veya Tanrı Dağına gidip ulumaklarla şöyle baştan çıkarıcı bir hikâye yazılamıyor ne yazık ki. Dolayısıyla ahaliye gerçekleri söylememek, bugünleri masallarla geçiştirmek elzem. Sonrası? Kök Tengri kerim.

Memleketin sosyalistlerinin milletin cehaletine bel bağlamasını da anlayabiliyorum. Bunca yıl milleti bilinçlendirmek için neler yaptılar, olmadı. Dolayısıyla ahaliye zerre güvenleri yok. Bu ahmak ahaliye kaç kişinin öldüğünü, ölenlerin hangi illerde ne kadar olduğunu filan söylerseniz… Maazallah. Zaten ahali bilecek de ne olacak? Kendileri okudular, öğrendiler. Şimdi şu kadar kişi köyde tarım yapacak, bu kadar kişi fabrikalarda fedakârca çalışacak. Hesaplar tamam. O hesapları yapmak için kendileri kâfi. İnsanlar ihtiraslı mahlûklar. Bir de bilirlerse… Bilgi sahibi olurlarsa… O güzelim muhayyel düzeni daha kurulmadan imha ederler.

Ama “millet ne derse o” diye geğirip duranların milletin cehaletine böyle bel bağlar duruma gelmesini nasıl açıklayacağız? Mesele sadece pandemi çerçevesinde yürütülen bilgi saklama işi de değil. Mesela şahsının Süleyman’ı —hani şu işkilli Süleyman— bayramlık ağzını her açtığında, “biz neler biliyoruz da size söylemiyoruz” babından esiyor. Neden söylemiyorsunuz? Siz kimsiniz ve kime söylemiyorsunuz? Hangi hakla söylemiyorsunuz?

***

Demirel cezası bitip sahalara döndüğünde, “karakolların duvarları camdan olacak” demişti. Ne demek istemişti? Neydi vaadi? Şeffaflık. Şeffaflık denen şeyin propaganda değeri var demek ki. Neyin propaganda değeri olur? Ahalinin talep ettiği şeylerin.

Demek ki ahalide bir mesele yok. Ahali şeffaflık talep ediyor, üstüne düşeni yapıyor. Ama birileri “senin şundan fazlasını bilmen iyi değil” diyor. Kim diyor bakın, problemin kaynağını teşhis etmiş olursunuz. Göreceğiniz sadece devlet değil, güya mevcut iktidara muhalif olan bir yığın zibidi de kadrajda yerini almış olacak.

İyi ne? Neden vatandaş şunları da bilirse iyi olmayacak? Kimin için iyi olmayacak?

***

İlk kıvılcım göründüğünde, marketlerin rafları boşaldı, “gördünüz mü ahaliyi” diye zevzeklendi birileri. Sonra aynı birileri, kendi kafalarına göre herkesin ne yapması gerektiğini tespit etti ve öyle yapmayanlar üzerinden yine zevzeklendi. Olağan şüpheli olarak ahali, işini doğru dürüst yapmayan her bir özne tarafından, itinayla sanık sandalyesine davet ediliyor.

Geçende dedim, bilmem kaç yıl önce, bir roman yazmaya heves edip “bir pandemi halinde neler olur” diye bir hayli tefekkür ettim. Belki kırk senaryo geliştirdim kafamda. Genel olarak insana ve topluma güvenen biri olduğum halde, bu ölçekte bir felakete şimdiki kadar olgunlukla cevap verilebileceği aklımın köşesinden geçmedi. En azından lokal ölçekte yağmalar, yine lokal ölçekte katliam/linç teşebbüsleri, yabancı düşmanlığının muhtelif tezahürleri… En iyimser senaryomda bile bunlar vardı.

On yıl önce size sorsaydım “şöyle bir felaketle karşılaştığında insanlar ne yaparlar” diye, itiraf edin ki, mevcut hali tasavvur bile edemezdiniz. E evet, orada burada biçimsiz işler oluyor. Ama hali muhayyel bir sızdırmaz/kusursuz hal ile mukayese etmenin bir manası yok. Olabilecek olanları düşünün ve olmamalarının neyin işareti olduğunu…

Bu iş böyle uzar giderse, açlık ve sefalet derinleşir ve yaygınlaşırsa, bugünleri çok arayabiliriz. Ama o durumda bile, benim bugün beklenmedik kadar olgun davranıyor olduğumuz hususundaki tespitim çürümez. Neticede insanlar, şahsının kampanyasına itibar etmeseler de, yardıma muhtaç olanları gözetebilmek için çareler arıyorlar. Sokak hayvanlarını bile gözetiyorlar. Birbirlerinin evlerdeki hayatını renklendirebilmek, çeşitlendirebilmek için hayal güçlerini zorluyorlar.

Ama işkilli devlet —daha doğrusu götü bir koltuk gördü diye kendisini devlet zanneden işkilliler— işkilleniyorlar. “Birbirinize yardım etmeyeceksiniz, yardımlarınızı bizim üzerimizden yapacaksınız” diye gürlüyorlar. Bu alçaklar sürüsüne güya muhalif olanlar da, klavyelerinin başına oturduklarında, oradaki bir çatlağı, buradaki başka bir çatlağı gözümüze sokup… Bünyenin, sosyal bünyenin ana dokusunun, daha önce benzerini tecrübe etmediği bir felaket karşısında ne kadar sağlıklı bir direnç sergilediğini görmezden gelip…

Çünkü işbu zevat için insanın hiç ehemmiyeti yok. Varsa yoksa, kafalarındaki muhayyel sızdırmaz, çatlaksız düzen. O düzen uğruna hepimizi ne kelime, kendilerini bile gözlerini kırpmadan feda edebilirler.

Bence kendinizi onlardan ve onlardan biri olmaktan muhafaza ediniz, efendim.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin