Ayasofya ve Popülizm

Barcelona’nın nabzının attığı cadde: La Rambla.

Daha önce yazmıştım, toplumlarda undo imkânı yok, yaşanmış olan yaşanmamış gibi yapılamaz.

Ayasofya’yı ibadete kapatmak bir nevi undo idi. “Aslında hâlâ cami idi, tapu kaydında da öyle yazıyordu” veya “bir bölümünde namaz kılınıyordu” filan gibi truth inşalarının zerre kadar manası yok, Ayasofya ibadete kapalıydı.

Ayasofya’nın ibadete kapalı olmasının sembolik bir manası vardı, mesele ibadet edecek mekân kıtlığı değildi —karşısındaki Sultanahmet de dolmuyordu zaten, veciz bir biçimde ifade edilmiş olduğu gibi. Ayasofya’nın ibadete kapalı olmasına itiraz, esasen, toplumu bir bilgisayar gibi gören, toplumun bir bilgisayar gibi çalışmasını talep eden bir zihniyetin, vaktiyle gerçekleştirdiği bütün undo işlemlerine itiraz idi. Daha doğrusu, toplumun büyükçe bir kesimi, kendisinin bir bilgisayar yerine konmuş olmasına itiraz ediyordu ve Ayasofya o itirazın sembolü idi.

Abarttığımı düşünmeyin. “Bize kimliksiz, tarihsiz, istendiği gibi biçim verilebilir bir oyun hamuru gibi davranamazsınız” diyenler, ikide bir Ayasofya’yı hatırlayarak ve hatırlatarak, kendilerini oyunun seyircisi olmaktan çıkarıp oyuncusu olmaya terfi ettirebilmek için lazım gelen enerjilerini muhafaza ediyor ve besliyordu.

Kendilerine istendiği gibi biçim verilebilir bir hamur kitlesi gibi muamele edilmiş olan kesimler 1950’de sahne aldılar. Ayasofya, eski karanlık günlerin bir hatırlatıcısı olarak kaldı. Çünkü toplumlar —o toplumu teşkil eden fertler bilmese de— bilirler ki, yaşanmış olan yaşanmamış gibi yapılamaz. Yani Ayasofya’yı tekrar ibadete açmak hiçbir derde deva değildir. Toplum Ayasofya’yı ve onun statüsünü gündeminden çıkardı.

Ve fakat…

Kendilerine İslamcı diyen bir avuç Aydınlanmacı, bir vakitler gerçekleştirilmiş olan undo işlemlerini undo yapmadan huzura eremedi. Ve nihayet dün, olanca sakillikleriyle muratlarına erdiler. Kendileri bile farkındalar ki, kavuştukları sevgili fena halde yaşlanmış, o hayalini kurdukları sevgili değil.

***

Esasen derdimiz Ayasofya değildi ve şimdi de değil.

Biraz dolambaçlı yollardan anlatmaya çalışayım derdimi. Barcelona’yı gördünüz mü bilmiyorum. Şöyle bir şehirden söz ediyoruz.

Franco döneminde üzerinden kadastro geçirilmiş, Platonik kare bloklara bölünmüş bir şehir. Muhtemelen Franco’nun bile gücü yetmediğinden, marinaya yakın La Rambla bölgesinin biçimsiz halini koruduğunu haritadan görebiliyorsunuz. Şehrin bütününe kıyasla küçük bir bölge. Ama… Şehrin nabzı orada atıyor. Barcelona’yı görmeye gidenler oraya gidiyorlar.

Orası şehir. Kalanı? Franco’nun projesi.

Sözünü ettiğimiz küçük bölge, mütemadiyen değişiyor. Birkaç yıl arayla gitseniz, bir öncekinden farklılaştığını fark edemeyebilirsiniz ama kırk yıl arayla baksanız, değiştiğini görürsünüz. Değişiyor ama hep, olanı yeniden örgütleyerek değişiyor. Evrimleşiyor yani. Undo yapılıp da değiştirilmiyor. Barcelona’ın kalanı da değişiyordur ama evrimleşmiyor. Çünkü zaten bir kimliği, kişiliği yok. Aradan bunda zaman geçtiği halde bir kimlik, kişilik kazanamamış.

Şehirler böyledir. Lisan da öyle. Sizin beyniniz de… Canlılar âlemi, ekosistem de… Hatta cansızlar âlemi de… Kıymetli olan her şey öyledir. Hiçbir şey undo yapılamaz. Toplumlar bilir bunu. Nasıl bilir bilmem ama bilirler. Bulundukları yerden itibaren bir yol açmaya çalışırlar, geriye doğru gidip bir takım hataları —hata olarak gördükleri şeyleri— düzeltmeye değil.

Türkiye’nin toplumu da öyleydi. 1950’de sahneye çıktığında, geçmişi düzeltmeye filan kalkmadı. O noktadan itibaren, elindeki imkânlarla bir gelecek kurmaya çabaladı. Ama memleketin siyasi ve entelektüel elitleri orantısız bir güç sahibi idiler —devlet öyle tesis edilmişti. Menderes ve şürekâsı zıvanadan çıktılar. Karşısındakiler zaten zıvanadan çıkmışlardı. 60’ta kayış koptu.

Bütün bunlara rağmen, memleketin ana gövdesi sağduyusunu muhafaza etti. Yolu her kesildiğinde, bir çıkış yolu inşa etmeye çalıştı. Ama siyasi ve entelektüel elitler öğrenmemekte ısrar ettiler.

Misal mi?

Düşünce ürünüymüş gibi görünen herhangi bir metni önünüze alın. Veya herhangi bir siyasi figürün laf niyetine söylediklerini… Ayasofya’nın ibadete açılması mesela, ne olarak tarif ediliyor? Kabaca, memleketin muhafazakâr kesimlerinin bilmem kaç yıllık rüyası olarak. Memleketin muhafazakâr kesimleri derken nasıl bir kitleden söz ediliyor? En az yüzde 60’lık bir kitleden.

O yüzde 60’ın —veya yüzde kaç ise onun— Ayasofya’nın ibadete açılmasına gösterdikleri reaksiyon homojen mi? Değil. Zamanında Çözüm Süreci dendiğinde homojen mi idiler? Değildiler. Haziran-Kasım arasında sarkaç savaşa döndüğünde homojen mi idiler? Değildiler.

On milyonlarca insandan, her biri mütemadiyen değişen ve ortak akılları da mütemadiyen değişen insanlardan söz ediyoruz ve seçkinlerimizin herhangi birinin nüanslara hassasiyetleri yok. Kırk yıl önceki şablonlarını, on milyonlarca farklı insana tatbik ederek hayatlarını sürdürüyorlar.

O on milyonlarca insan, herhangi bir sebeple suçlanamaz. Onlar AKP’yi, kendilerini o günkü halden bir geleceğe çıkarsın diye seçtiler. Aralarında Ayasofya ve saire unsurlar üzerinden undo yapma hayali kuranlar vardı ama fena halde azınlıktaydılar. Bunu en iyi bilen Erdoğan’dı ve son derece popülist —bir siyasetçinin davranması gerektiği gibi— davranıyor, Ayasofya lafını kabiliyeti oranında sektiriyor, gündemin dışına atıyordu.

O Erdoğan’a fena halde muhaliftim, yazıp çizdiklerim delil. Ama bu Erdoğan artık o Erdoğan bile değil. Toplumun ana gövdesinin hassasiyetlerine hassas olmak zorunda olan, kendisini öyle hisseden bir Erdoğan idi o. O hassasiyetleri yanlış okuyordu, o kesimlerin imkân ve sınırlılıkları hakkında hatalı tahminler yapıyordu, karşıtlarının kavramlaştırmalarına —mesela muhafazakârlık tanımlarına— hak etmedikleri kadar değer veriyordu ama yine de gerçeklikle bir bağı vardı.

Bir zamandır yok.

Geçenlerde de demiştim, Erdoğan’ın bir vakittir, rıza üretmek gibi bir derdi yok. Karşısındakiler, bu öznenin popülistliğinden dem vuruyorlar. Ağızlarını açınca popülizm, kapatırken popülizm. Bu kadar sığ, bu kadar ahmak, bu kadar tembel, olup bitene bu kadar bigâne, kırk yıllık kavram haritalarını muhafaza edilmek için bu kadar ısrarlı bir rakibiniz olsa…

Ortada popülizm filan yok. Ayasofya’nın ibadete açılması, Erdoğan’a oy verenlerin çoğunluğunun önceliği değildi. Bugün gidip “Ayasofya’nın ibadete açılması hakkında ne düşünüyorsunuz” demekle ölçemeyeceğiniz bir şeyden söz ediyorum. Böyle sorduğunuzda “iyi oldu, olmalıydı” diyenlerin büyük bölümü, olmasaydı ona da “iyi böyle, olmamalıydı” derler/di.

Ayasofya’nın ibadete açılması, Erdoğan’a oy verenlerin çoğunluğunun önceliği değildi. Erdoğan, uzun süredir, küçük bir azınlığın elinde rehin. Memleketin geleceğine dair tercihlerde bu kadar pervasız olabilen küçük bir azınlığın memleketin geleceğini rehin alabilmesi üzerine düşünmemiz gerekiyorken… Popülizm, mopülizm, memleketin ana gövdesine sövme fırsatlarını atlamıyorlar.

Sonra da…

Falanca gidecek filanca gelecek de… Filan.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin