Bir Ütopya

Uzun süredir biliyoruz, sadece gelir dağılımı bozulmakla kalmıyor, gelir dağılımı bozukluğunun karakteri bozuluyor. Biz gençken toplumları, gelirden aldıkları paya göre yüzde yirmilik dilimler halinde böldüğümüzde anlamlı bir fotoğraf elde edebiliyorduk. Şimdi? Bahadır Özgür toplumu yüzde beşlik dilimlere böldüğünde bulduğu neticenin benzerini, bence yüzde birlik dilimlere bölse yine bulacak. Belki binde birlik dilimlere bölse… Yine.
Çok —ama çok— küçük bir azınlığın payı artıyor, onun hemen altında kalanların payı azalıyor. Azalma, aşağıya doğru gittikçe azalıyor. Yani o çok küçük azınlığı hesap dışı bırakırsak, toplumlar basıklaşıyor. Böyle konuşurken, o çok küçük azınlığı ihmal etmenin mantıklı olabileceğine dair, “insanın bir milyar dolarla yapamayacağı ama yüz milyar dolarla yapabileceği ne olabilir ki” dedim.
Öyle düşünüyorum/düşünüyordum.
Sonra birden, gece vakti, “ah ulan yüzlerce milyar dolarım olsa” diye geçti içimden.
Soner Yalçın bir kitap yazmış. Sonra da Habertürk’te bir programa çıkmış. Ekşiciler birbirlerine girmişler de öyle haberim oldu. Mevzu, anladığım kadarıyla, uluslararası ilaç endüstrisinin biçimsizliği filan ama bir biçimde aşıya filan gelmiş. Anlaşılır. Sonra nasıl olmuşsa Erdoğan ve AKP yancılığına gelmiş. Eh, tuhaf ama burası Türkiye ve hakkında konuşulan kişi Soner Yalçın olunca… O da anlaşılır.
Malum ancak ikiye kadar saymayı bilen birinden söz ediyoruz. Dünyayı ikiye bölünce anlayabiliyor, üçe bölünürse devreleri karışıyor. Erdoğan’la yalnız kaldığında, kendisi ile Erdoğan arasında emniyetli bir çizgi çizebiliyordur. Haritaya küresel şirketler girdiğinde? Ya küresel şirketler ve Erdoğan bir tarafta, Yalçın öte tarafta kalacak. Veya Yalçın, ya küresel şirketlerle ya da Erdoğan’la yan yana düşecek.
Eh, göğüslerini Yalçın’a siper eden Ekşiciler de, görülen o ki, Yalçın’a benziyorlar. “Görülen o ki” diyorum ama görmek için bir hayli çaba gerekiyor. Çünkü —besbelli ki— daha önceki girdilerinde bildikleri bütün küfürleri tüketmişler, aynı küfürler artık aynı tesiri yapmıyor diye hissediyorlar. Yeni ve daha müessir küfür icat etmek de kolay iş değil. O yeni küfür eskizlerinin arasında, mevzu hakkında ne dediklerini bulmak zorlaşıyor.
Şöyleymiş galiba: Yalçın “aşı yaptırmayın demiyormuş, sorgulayın diyormuş”. Kendisi sorguluyor ya! Herhangi bir özneyi eline alıyor, eviriyor çeviriyor, “bunu çizginin hangi yanına yerleştireceğim” diyor ve… Bu da küfürbaz fanlarına sorgulamak olarak görünüyor besbelli. O fanlar için de dünya, bir yanında Yalçın’ın, öte yanında ondan hoşlanmayanların yer aldığı ikiye bölünmüş bir dünya. Üçe bölününce kafaları almıyor, dedim ya.
Biri zaten meseleyi berrak bir biçimde ortaya koymuş: Bir yanda Erdoğan öte yanda “burnunun dibinde bir İsrail devleti” varsa…
Eh şimdi zavallıya nasıl soracaksın, burnunun dibindeki devlet neden İsrail devleti oluyor? Senin elin armut mu topluyordu? Neden İsrail yerine, senin sınırının hemen güneyinde sen yoksun? O İsrail devleti dediğin nane, yarın ABD devleti, öbür gün Rus devleti, sonra İran devleti oluyor, olabiliyor da neden Türkiye’nin bir şeyi olabilemiyor? Senin gibilerin dünyayı bu kadar aşırı sadeleştirmelerinin bu çaresizlikte bir hissesi olabilir mi? Filan.
Soner Yalçıngillere maruz kalmış, kafatasının içindeki seyrek nöronlar arada bir kontak yaptığında aydınlanma hissini andıran bir haz yaşayan, o anda kendisini sorgulamış zanneden birine… Sorgulamanın o kendi yaşadığı türden bir tecrübe olduğunu zanneden birine… Ne diyeceksin! Yan yana gördüğü iki şey arasında bir nedensellik olduğunu varsayan, tarihi bir çizgi boyunca birbirini izleyen adımlardan müteşekkil çizgisel bir şey zanneden birine…
Neyse…
Birkaç yüz milyar dolara sahip olma isteği ile mevzuun alakası ne?
Çok param olsaydı. Coğrafi olarak imtiyazlı bir yeri, mesela Samsun ve havalisini satın alsaydım. Boşaltsaydım. Sonra Soner Yalçın’ı ve fanlarını “buyurun burada istediğiniz gibi yaşayabilirsiniz” diye oraya davet etseydim. Hiçbir küresel şirketin hiçbir ürününü o yöreye sokmamak üzere anlaşsaydık. Sonra mesela “balıklarda bile mikroplastik var” diye kafa ütüleyenleri de, yöreye zerre kadar plastik girmeme sözü vererek, oraya yerleşmeye teşvik etseydik. “Zinhar ajan giremeyecek bölgenize, tam bağımsız olacaksınız” deseydik ve tam bağımsızlığı sağlasaydık. Mesela Türkiye’nin kalanından hiçbir mal alamasalar ve böylece Türkiye tarafından sömürülemeselerdi.
Şu American Factory’deki Çinli milyarderi de, “bak özlediğin kurbağa vıraklamaları burada mümkün” diye koyardık aynı yöreye. Elbette şartımız, milyarlarını içeri sokmaması olacaktı. Çünkü herkes çok bir eşit olmak zorunda orada. Dünyanın çok bozulduğundan şikâyetçi olan herkes girebilmeli yöremize. Plastik ve ürünleri olmayacağından, cep telefonları filan da olmayacak. Çocuklar telefonlarına dalıp asosyal varlıklar olarak yetişmeyecek.
İlaç da olmayacak elbette. Ama otlardan ilaç olarak yararlanma konusundaki bütün külliyatı yollayabiliriz —elbette basılı olarak, çünkü Wikipedia filan gibi şeyler olmayacak, Wikipedia ne kelime, toplumu bozan İnternet de olmayacak.
Uzatmayayım, insanoğlunu bozan ne varsa sınırlarından içeri girmesi yasak olacak, insanoğlu için risk barındıran her türlü şey engellenecek, emniyet içinde yeni bir sosyal/iktisadi/siyasi düzen tesis edecekler. Böylelikle ben de, yüzlerce milyarlık servetimi harcayıp, insanlığa yeni bir gelecek inşa etmenin mutluluğuyla…
Elbette öyle olmazdı. İşbu zevatın tamamı, asalak. Hepimiz gibi ama hepimizden daha çok asalaklar. Kendi ürettiklerine mahkûm olsalar, üç günde açlıktan telef olurlar.
Hepimiz asalağız. Bizden önceki binlerce nesilde biriken bilginin, hepimizi birbirimize iliştiren bir sosyal örgütlenmenin asalaklarıyız. Mütemadiyen bilgi üretiyor, mütemadiyen yeniden örgütleniyoruz. Bu süreç içinde de her birimiz bir koyup bin alıyoruz. Aldıklarımız başkalarının aldıklarından az veya çok olabiliyor. Bozulup yeniden dizilirken canımız yanıyor olabilir.
Mesele şu ki, bu işin başka yolu yok. İkiden sonrasını sayamayan akıllara göre yapılan her düzenleme, hepimizi aşırı yoksullaştırır, çaresizleştirir. İkiden sonrasını sayabilen, sonsuza kadar sayabilen akıllara göre yapılan da… Her birimizin aklından müteşekkil, ama her birimizin aklını aşan bir akıl var. Mahiyet olarak farklı bir akıl. Zuhur eden (emergent) bir akıl. Onun yaptığının yanına bile yaklaşamayacak, onun yaptığı işi yapmak bir yana gördüğünde idrak etmekten bile uzak birileri… Dünyayı “biz ve onlar” diye ikiye bölüp…
Kolay gele.