Soner Yalçın’a kızıyordum. Asıl mevzuu deşifre ettiği yazını okuyunca, kendisine fevkalade haksızlık ettiğim kanaatine vardım. Kızılacak biri değilmiş, zavallının acilen yardıma ihtiyacı varmış. Her daim olduğu gibi, hevesli istihbaratçımız arşivindeki zırvaları RAND Corporation anahtar kelimesiyle bir biriyle ilişkilendirmiş ve yan yana gelenler arasında bir nedensellik vehmederek döktürmüş. Lakin mesele şu ki, bu defa Oyun Teorisini
Geçenlerde dedim ki “İnsanın doğal çevresi —birkaç defa değinmiş olmalıyım— diğer insanlardır. Bir defa insan doğal bir şey. İkincisi, insanın yaşadıklarını, insan-dışı tabiattan çok daha fazla etkiliyor diğer insanlar. Kasabalarda bile öyle, bırakın devasa şehirleri.” Bunu derken tereddütlerim vardı. Özellikle de “kasabalarda bile öyle” derken En azından iki sebeple… Birincisi, bir bakıma kasabalarda insanın insanlardan
Uzun süredir biliyoruz, sadece gelir dağılımı bozulmakla kalmıyor, gelir dağılımı bozukluğunun karakteri bozuluyor. Biz gençken toplumları, gelirden aldıkları paya göre yüzde yirmilik dilimler halinde böldüğümüzde anlamlı bir fotoğraf elde edebiliyorduk. Şimdi? Bahadır Özgür toplumu yüzde beşlik dilimlere böldüğünde bulduğu neticenin benzerini, bence yüzde birlik dilimlere bölse yine bulacak. Belki binde birlik dilimlere bölse… Yine. Çok
Soner Yalçın bir süre önce Osmanlı seçkinlerinin Türk’ü nasıl gördüğü hakkında bir şeyler yazmış. Bildiğiniz geyikleri tekrarlamış yani. Peki, Türk aslında nedir? Türk, her şeyden önce bir icattır. “Ne diyorsun sen ulan, Adem Türk idi” diyorsanız, bence yazıyı okumaya kalkmayın, güzelim pazar gününüzü rezil etmeyin. “İcattır evet, dolayısıyla bütün icatlar gibi berbat bir şeydir, eskiden
“Tommiks değilsiniz” dedim diye itiraz edenler oldu. Tommiks’e haksızlık ettiğimi söyleyenler, bu neslin Tommiks okumadığını belirtenler, filan. Hepsine eyvallah. İtiraz edenlerin de derdimi anladığını düşünüyorum. Yine de, bir de şöyle deneyeyim… “Başımızı örtmemize karışılmasın” ile “kimse mini giymesin” ve onun ile de “herkes başını örtsün” arasında muazzam farklar var. O farklara nüans desek, herhalde ciddi
Mardinli Musa, zaten pek de geçindirmeyen işini artık sürdüremeyeceğini —çok gecikmiş olarak— idrak ettiğinde, bir yandan da annesi ile karısının arasında sıkışmışlığın iyice bunalttığı şartlarda, dengi toplayıp İzmir yollarına düşerken… Ümitli miydi? Ümitli midir sizce? Ümit ne demek? Yani mesela Musa’nın kafasının içinde şöyle şeyler mi resmigeçit yapıyordur: Giderim İzmir’e, dayıoğlunu bulurum, bir hafta içinde,
Cumhuriyet gazetesinde yangın çıkmış —yok gerçek bir yangından söz etmiyorum, mecazi manada (https://odatv.com/kusmami-ve-ogurmemi-durduramiyorum-29111807.html). Yangına yol açan kıvılcım, Bartu Soral adında bir köşe yazarının iki yazısından kaynaklanmış. Allah, Allah! Kimmiş ki bu, hiç duymamışım. Googlellayınca, önce “artistik” fotoğraflarıyla karşılıyor sizi Bartu bey. Hani “adamı tanımasanız da olur, ben size icap edeni söylerim” türünden fotoğraflardan, şöyle kollarını
Soner Yalçın, Muzaffer Şerif’in bir grup deneyinden söz etmiş (https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/soner-yalcin/aci-bir-deney-2682756/). Neticeyi bağladığı yeri geçiniz, deneyler bana, kendi derdimi ifade etmek için elverişli ipuçları sağlıyor. Deneyleri aslından okumadım, kendisine güvenerek, Soner Yalçın’ın anlatımıyla aktarayım. “Deneyden haberi olmayan 11 yaşında 22 çocuk seçilir ve bir tatil kampına götürülür. Birbirlerini hiç tanımayan çocuklar iki gruba ayrılır. “Ve bir süre sonra rekabete dayalı aktiviteler gruplarda