Türk ve Bebek Bezi

Soner Yalçın bir süre önce Osmanlı seçkinlerinin Türk’ü nasıl gördüğü hakkında bir şeyler yazmış. Bildiğiniz geyikleri tekrarlamış yani.

Peki, Türk aslında nedir?

Türk, her şeyden önce bir icattır.

“Ne diyorsun sen ulan, Adem Türk idi” diyorsanız, bence yazıyı okumaya kalkmayın, güzelim pazar gününüzü rezil etmeyin. “İcattır evet, dolayısıyla bütün icatlar gibi berbat bir şeydir, eskiden ne güzel…” diyenlerden iseniz, bence siz de…

Türk, bir icattır. Bebek bezi gibi bir icat. Markete gidip bebek bezi satın alırsınız ya, aha işte o ürün kâğıt ve naylondan mamul, bezle —yani beyazlatılmış pamuklu dokumayla— hiç alakası yok. Ama eskiden bebek bezi ne amaçla kullanılıyorsa, o ürün de aynı amaçla kullanılıyor. Yaşınız kifayet ediyorsa, siz belki yadırgamışsınızdır o ürün raflarda göründüğünde bebek bezi diye pazarlanmasını. Yeni gençler yadırgamıyordur. İlerideki nesiller zaten bez kelimesinin pamuklu dokumaya verilen ad olduğunu ancak etimoloji sözlüklerine bakarlarsa öğrenebilecek olabilirler —gördüğüm kadarıyla bebek bezi tamlaması dışında neredeyse hiç kullanılmıyor bez kelimesi.

Türk de, Kürt de, Alman da benzer kelimeler. Fransızların mesela Franklarla alakası da bezin bebek bezi denen ürünle alakası kadar. Franklar var mıydı? Vardı. Aha o Frankların bugünkü Fransızlarla benzerliklerini bulmak için ciddi bir eğitim görmek ve sonra da bir ömür harcamak gerekir.

Bugünkü kavram haritasının tarih boyunca hep var olmuş olduğunu, beşinci nesil dedelerinin de kendisininki gibi bir lügate sahip olduğunu zannetmek tuhaf şey. Ama tuhaflık sadece onunla sınırlı değil. Mesela erkekseniz, kadın kelimesini hangi bağlamlarda hangi değer yargılarıyla eşleyerek kullandığınızı bir düşünün. Bir yandan hayatın manası kadın. Onun sizi tamamladığı gibi hiçbir şey tamamlamaz sizi. Ama öte yandan, mesela bir futbol topu peşinde koşuştururken gördüğünüzde dilinizin ucuna geliveren şey bambaşka olabilir. Veya bir erkek meclisinde diğer erkeklere kendinizi beğendirmeye çalışırken… Veya… Uzatmayayım.

Osmanlı seçkinleri için de Türk, farklı bağlamlarda farklı değer yargılarıyla eşlenen bir kelime idi. Onların bugünkü gibi bir ulus konsepti yoktu, bunu bir defa daha hatırlatayım. İlaveten, Türk hakkında şunu, bunu diyen Osmanlılar, çok erken tarihlerde, kendilerini Oğuz Türkleri ile ilişkilendirmek için kırk takla atmışlardı ve kökleri hakkında herhangi bir revizyona da bir daha hiç ihtiyaç duymadılar. Türkçe konuşuyorlardı ve konuştukları dile Türkçe diyorlardı. Eh, sarayda ve yazarken biraz zenginleştirilmiş bir Türkçe idi konuştukları ama neticede ahalinin ana gövdesi Türkçe konuşuyordu. Osmanlı ülkesinde yaşayan ve anadili Ermenice, Rumca, Kürtçe, Bulgarca ve saire olan ahali, eğer bir yerlere gelmek istiyorsa, Türkçe de bilmek zorundaydı ama tersi geçerli değildi. Yani anadili Türkçe olan biri de isterse Bulgarca öğrenebilirdi elbette ama esasen Türkçe kâfiydi. Bu hal Osmanlı’dan önce tesis edilmiş olsa da, Osmanlı döneminde değişmedi, pekişti.

Filan.

Osmanlı ülkesine gâvurlar Türkiye diyordu.

Ve…

Osmanlı’nın uzun tarihinin başından sonuna kadar Türkçe değişti, ahalinin anadili Türkçe olanlarının oranı arttı, yemek, giyim kültürleri, mimarileri değişti. Bu süreç içinde birileri Türk kelimesine diğerlerinden başka manalar yükledi. Daha doğrusu, sizin kadın kelimesine farklı bağlamlarda farklı yükler yüklemeniz gibi, bazı bağlamlarda Türk kelimesi başka vurgular yüklendi. Otoriteye isyan edildiğinde mesela, Türk kelimesini öne çıkaranlar oldu. Yerleşikliğe direnç gösterenlerin başka vasıflarını değil de Türklüklerini vurgulayanlar oldu.

Akışkan, mütemadiyen akan bir şeydi Türklük, diğer her şey gibi… Hâlâ da öyle.

Sonra, tarihin bir noktasında, bir icat gerekti. İcadın ertelenemez olduğu tarih 1920’ler değil de 1900’ler olsaydı, muhtemelen başka türlü bir icat hayata geçecekti. 1920’lerde Türk’ün icadı sırasında ve sonrasında bile, hatta icadı yapanların kendileri de, Türk denen kelimenin eski vurgularından tamamen azade değil idiler. Tereddütlü idiler. Bir yandan havuç ve bir yandan sopayla kendi icatlarının pazar payını büyüttüler.

Onların torunları şimdi, ezelden beri varmış da tavan arasında unutulmuş bir büyülü lambanın birileri tarafından keşfedildiğini, parlatıldığını ve içinde tutsak cinin tarihi değiştirmek üzere sahneye çıkartıldığını filan zannediyor. Türklük denen şeyin mucitleri, çünkü, öyle zannedilmesi için ne lazımsa yaptılar. Neyin lazım olduğunu da mesela Fransızların Fransızlık denen icadı piyasaya sürerken yaptıklarından ilhamla yaptılar.

Tekrarlayayım, Türklük bir keşif değil, bir icat. İcat edilmeden önce bugünkü manasında bir Türklük yoktu. Türk kavramı vardı ve fakat bugün Türk derken kullanıldığı manaların hiçbirine sahip değildi, çünkü zaten bugünkü bağlamlar yoktu dünyada.

Kötü bir icat da değil. Değilmiş yani. Az biraz zor kullanılarak ama çokça rızayla yerleşmiş. Bebek bezi gibi… Bez değil ama markete girdiğinizde kafanız karışmıyor.

Kötü bir icat değilmiş. Çünkü tarihin belirli bir döneminde, imalat teknolojisi, ulaşım teknolojisi, iletişim teknolojisi belirli bir seviyede iken, bugünkü ulus devletlerin sınırları büyüklüğünde pazarlar optimum siyasi örgütlenme için uygun büyüklüklermiş, Türkiye de o dönemde tesis edilmiş. Türkiye denen ulus-devletin siyasi olarak kabul edilebilir bir kararlılığa sahip olabilmesi için de bir ulus olması elzem görülmüş —ulus olmadan ulus-devlet nasıl olacak ki!

Yani?

Tavan arasında eşinirken birden keşfedilmiş bir şeye yaslanarak bir ulus-devlet inşa edilmemiş. Bir ulus-devlet inşasına karar verilmiş, o devlete uygun da bir ulus icat edilmiş. Tekrarlayayım, Türkiye’ye has bir hal değil, Türkiye’de bu işler, Osmanlı’nın lüzumundan fazla dirençli olması yüzünden, biraz gecikmeyle gerçekleştirilmiş. Biraz da acemice, statik hesapları filan doğru dürüst hesaplanmadan yapılmış bu işler, itirazım yok.

Şimdi, aradan bunca zaman geçtikten sonra, dünya bambaşka bir faza geçiyorken, ulus-devletler can çekişiyorken, yepyeni icatların gerektiği bir dönemde, “Atamız Osmanlı konağını yıkarken tavan arasında tozlanmaya terkedilmiş şahane özümüzü buldu” ile “ah ulan Türk diye bir şey icat edilmeyeydi ne vardı” arasında bölünmüş olmaklığımız, bana trajik görünüyor.

İkisi de yalan.

Yalan olmaları dert değil, zaten her şey yalan. İkisinin de günümüzün imalat, ulaşım ve iletişim teknolojilerinin seviyesi hesaba katılırsa, hayatta kalma şansları yok. Beğenilmeyen Osmanlı ölüm döşeğindeyken, İlber Ortaylı’nın İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’nda anlattığı kadarıyla, enkazın içinden dönemin şartlarına uygun bir icat çıkartmak konusunda, canlı ve heyecanlı tartışmaları yapmış, yapabilmiş. Biz neler tartışıyoruz?

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin