Din

Tekrar olacak ama… Nietzsche Deccal’de “bir yanağına vururlarsa öbürünü uzat” telkini üzerinden Hıristiyanlığa yüklenir. Okurken öyle zannedersiniz ki, sahiden de “ben Hıristiyan’ım” diyenler bir yanaklarına vurulduğunda öbürünü uzatmışlar ve bu sünepelik yüzünden de…
Öyle şeyler olmadı.
İnsanlar “ben Hıristiyan’ım” demeyi sürdürdüler. Pazar ayinlerinde, huşu ve saygı içinde “bir yanağına vururlarsa öbürünü uzat” telkinlerini dinlediler. Bu telkinlerde bir yücelik buldular. Çocuklarına aynı telkinleri tekrarladılar. Ve fakat… Bir yanaklarına tokat atıldığında… Yumrukla cevap verdiler.
Mesele Hıristiyanlıkla, Hıristiyanlarla alakalı bir mesele değil. Din öyle bir şey. Bricoleurca bir şey. Dindar bir fert için öyle yani. Yanağına değen küçük bir fiskeye yumrukla karşılık veren biri için “bir yanağınıza vurulduğunda öbür yanağınızı uzatın” diyen bir dinin mümini olmak, pratikteki bir defoyu kapatıyor. Doktrin, fiili belirlemiyor yani, tamamlıyor.
Deccal benim hayatımı değiştiren kitaplardan biri. Din hakkında, insanlık hakkında sahip olduğum görüşlerime tesir etmedi. Düşünce hakkında, felsefe hakkında, kendisine filozof denen insanların —ve filozofluğa özenen çok daha fazlasının— dünyayı kavrayışı hakkında sahip olduğum varsayımların hepsini çöpe atmama sebep oldu.
Meseleyi şöyle koyarsam belki de kendimi ifade edebilirim: Bir Hıristiyan hakkında karar vermek zorunda kalsam, ne yaptığına mı, diliyle neyi tekrarlayıp durduğuna mı bakacağım?
Türkiye’nin Müslümanları, başka toplumların başka müminleri gibi, herhangi bir anda bir karar problemiyle karşılaştıklarında, önce kararlarını verirler ve sonra da bricoleurca, o kararı meşrulaştırmak için gereken unsurları, erişebildikleri yerden toplarlar. Genellikle de dinlerinden… Din diye bildikleri ve zaman içinde muazzam ölçüde zenginleşmiş menkıbeler yığınının içinden.
(Tekrar pahasına…
Birincisi… Pazarlama alanında çalışanların çok uzun süre önce gösterdiği gibi, insanlar sadece dinle alakalı mevzularda değil, genel olarak öyle davranırlar. Önce karar verir, sonra bilgiye müracaat ederler. Mesela otomobil alacaklarsa, erkek dergilerindeki otomobil reklamlarına pek bakmazlar ama otomobili satın aldıktan sonra… Bakarlar. Aydınlanma aklına göre öyle olmaması, tam tersi olması gerekir. Ama Aydınlanma aklına uygun olmuyor işte. Öyle olmaması gerektiğini söyleyip duran Aydınlanmacılar da önce karar verip sonra malumat topluyorlar. İnsana duydukları nefretin bir kaynağı da bu olabilir, insanlar —kendileri de dâhil— Aydınlanmacıların olması gerektiğini düşündükleri gibi değiller. Biçimsiz bir biyolojileri var.
İkinci olarak, insan beyni, farklı dönemlerde gelişmiş farklı modüllere sahip. Bu modüllerin sadece biri dile sahip, sözden anlıyor. Kararlarımızın çoğunu diğer modüller tarafından veriyoruz. Orada, uzakta, bambaşka bir modül tarafından verilmiş bir karara dair “neden öyle yaptın” sorusuna muhatap kalınca… Dille cevap vermek zorundasınız ve lisanın ikamet ettiği modül neden öyle yaptığınızı bilmiyor. Bilmiyor ve uydurmak zorunda. Tutarlı olmak zorunda olmasa da bir bütün kalmak zorunda.
Ve nihayet… Bir sensor ve bir motorla donatılmış dört tekerlekli bir araç düşünün. Işık artınca motor hızlanıyor, azalınca yavaşlıyor olsun ve araç tamamen rastgele istikametlerde hareket ediyor olsun. Aracın davranışlarını yeterince uzun süre gözlerseniz, aydınlığı sevmediğine hükmedebilirsiniz. Hâlbuki sevmek veya sevmemek filan gibi kavramlardan tamamen azade, basit bir cihazdan söz ediyoruz. İnsan o cihazdan çok daha karmaşık, kabul. Ama insan beyninin büyük bölümü, neredeyse otomatik kararlar üretiyor, kortekse hiç temas etmeyen bilgileri işleyip değerlendirerek. Orada filanca hormon artıyor, burada kan şekeri düşüyor, şurada bir ağrı belli belirsiz kendisini hissettiriyor. Reaksiyon gösteriyorsunuz. Neden gösterdiğinizi bilmemek bir yana, reaksiyon gösterdiğinizin farkında bile olmayabiliyorsunuz çok zaman. Dindar olunca biyolojiniz değişmiyor. Hâlâ aynı yarı-otomatik varlıksınız. Erkekseniz mesela, güzel bir kadının çıplak baldırını görünce, testosteronunuz yükseliyor.)
Şevket Süreyya inançsız biriydi. Yedek subayken yaşadıkları ibretliktir. Birliğindeki —hepsi de Müslüman olduğunu iddia eden— erlerin önemli bir bölümü İslam’ın peygamberinin adını bilmiyordu söz temsili. Hemen tamamı, İslam hakkında tamamen zırcahil sayılabilecek durumdaydılar. Bugün ortalamanın ciddi ölçüde değiştiğini düşünmek için bir sebep yok. Türkiye’de nüfusun en büyük bölümünün katıldığı ibadet kurbandır ve kurban İslam’da farz değil. Bayram namazları Cuma namazlarından daha kalabalık cemaatlerle kılınır ve Bayram namazı da farz değil. Cuma’yı kılan nüfus da, mesela Erdoğan’a oy veren nüfustan çok daha düşük.
Türkiye’nin meselelerini İslam, dindarlık ve saire üzerinden anlayamaz, açıklayamayız. “Ben Müslüman’ım” diyenlerin, bırakın başka konuları, İslam hakkında bile zırcahil olmalarıyla da açıklayamayız. Çünkü her biri, hayatta kalmak için gerekli olan bir yığın şeyi biliyor. Bir akıllı telefon sahibi olacak, Tinder diye bir uygulamadan haberdar olacak, onu telefonuna yükleyecek, sonra da kendisine arkadaş arayacak kadar beceri sahibi.
İnsanların her şeyden önce neye inanacaklarını öğrenmeleri gerektiği, ancak yeterince ve derinlemesine öğrendikten sonra inanmaları gerektiği, bir defa inandıktan sonra o inandıkları şeye bir bütün olarak muamele edip tutarlı kalmaya çalışmaları gerektiği, bu kadarcık bir işi bile yapamayanların başka alanlarda çok daha savruk ve özensiz olacağı… Bütün bunlar, düşünen insanların, kendilerini düşünen insan olarak görenlerin fantezileri. Dünya öyle işlemiyor ve zaten kendileri de öyle işlemiyorlar.
Sıradan bir mümin için din, onun esnafları için taşıdığından çok başka mana taşıyan ve bambaşka bir düzlemde yer alan bir şey. Aydınlanma ile gözleri kamaşmış olan Kemal, bir yandan imanın altı şartına tekabül eden altı okuyla ve benzeri metaforlarıyla alternatif bir din imal ederken, öte yandan da memleket sınırları dâhilinde İslam’ı Aydınlanmacı kafayla biçimlendirmeye kalktı. Kitabı tercüme ettireceksiniz, Müslümanlar ne okuduklarını anlayacak, öğrenecekler. Dinin aslını, sonradan eklenmiş hurafelerden ayırt edebilecekler ve saire…
Bu politikalar kitlelere değmedi. Ama birilerine değdi. Bugün memleketin başına musallat olan afet, kitlelerin bricoleurca yaşadığı din değil, Cumhuriyetin yetiştirdiği o Aydınlanmacıların dini. Aydınlanma aklı çok yıkıcı bir şey. Ama bir dini yedeğine almış Aydınlanmacı aklın yıkıcılığı… Tasavvur edilir gibi değil. Bugün memleketin bütün hücrelerinde kendisini hissettiren tahribat, aha işte o Aydınlanmacı dinin marifeti.
Din, Cumhuriyetçilerin tekrarlamayı pek sevdikleri gibi ferdi bir iş, kul ile Allah arasında kalan/kalması gereken bir şey değil. Din semavi bir iş de değil. Dibine kadar sosyal ve dünyevi bir iş. Son derece gevşek, dolayısıyla da çeşitlenmeye reaksiyon gösterme kabiliyeti çok yüksek bir sosyal örgütlenme aracı din. Toplumu bir arada tutmaya yönelik, ona istikamet vermeye değil. Aksine, istikametini belirlediğinde ve hatta değiştirdiğinde de toplumun bir arada kalmasını sağlayan bir şey. O sayede, büyük dinlere iman etmiş görünen toplumlar, tarihte belirgin bir üstünlük sağlamışlar. İşi yapan, inanılan doktrin değil, bütünün içindeki sosyoekonomik farklılıklara katlanarak bir doktrin etrafında bir arada kalmak. Dolayısıyla da müminlerin namazda okudukları surenin manasını bilip bilmemelerinin hiç ehemmiyeti yok. Hatta —muhtemelen— bilmemeleri daha iyi. Günde bilmem kaç defa tekrarladığınız bir şey, eğer manasını biliyorsanız, manasını yitirebilir. Sizi sorgulamaya sevk edebilir. Bilmiyorsanız, sizi ortaklaştıran bir ritüel olarak, sonsuza kadar iş görebilir.
Ama öyle olmamalı ya! Değil mi?