Diyanet Baroya Karşı

Ben bilimcilerin hali hakkında yazıp dururken kıyamet başka yerde kopuyormuş. Diyanet İşleri Başkanı bir laf etmiş, Ankara Barosu bir açıklama yapmış, zatı şahanelerinin işaretiyle de Saray ahalisi sahaya inmişler.
İyi.
Neden iyi? Kemal Can mesela, mevzu hakkında yazdıklarını “devam eden ve yoğunlaşma istidadındaki bu tuzaklı siyasileştirmeye, olgusal değil kavramsal karşılıklar verilmediğinde ise istenen amaç kolayca hasıl oluyor” diyerek bitirmiş. Evet, öyle oluyor. Kavramsal düzlemde, artık iş görmediği çoktandır besbelli olan ezberleri tekrarlamaktan gayrı bir mesai harcamadan yol almak mümkün görünmüyor.
Önce Aydın Selcen’le başlayayım. Demiş ki…
“Mesele de esasen gayet basit: Bu ülkenin bir anayasası halen var. Anayasada devletin laik ve yurttaşların da kanun önünde eşit oldukları yazılı. Diyanet İşleri Başkanı, dünya Sünni Müslümanlarının ruhani lideri filan değil. O devletin bir memuru. Ağzından çıkanlar, cumhurbaşkanının dün kabine toplantısının ardından iddia ettiği biçimde, ona inanana göre bağlayıcı, inanmayana göre görüş olamaz. Dolayısıyla, AKP ya utangaçlığından sıyrılıp anayasayı değiştirmeyi önermeli, ya diyanet işleri başkanı devlet memuru olmamalı.”
Mesele bence de basit de, Selcen’in kast ettiği biçimde basitleştirilebilir olduğunu zannetmiyorum. “Ya o, ya bu” diye kestirip atılacak bir durum olduğunu düşünmüyorum.
Derdimi dile getirmeye başlamadan önce, bir de Yıldıray Oğur’a uğrayalım. Genel olarak katıldığım yazısının bir yerinde diyor ki, “neresinden tutsanız elinizde kalan, bir din nasıl tebliğ edilmez, bir mesele nasıl savunulmaz ve bir hukuk devletinde savcılar ne yapmaz üzerine ibretlik bir dersle karşı karşıyayız”. Bu ifadeye de, ifadeye kaynaklık ettiğini düşündüğüm kavramlaştırmaya da karşıyım.
Yukarıda verdiğim bağlantılardaki yazıların sadece alıntıladığım kısımlarının değil, tamamının okunması gerektiğini düşünüyorum ve okuduğunuzu varsayarak devam edeceğim.
***
Seksenlerde İslamcılar bir yandan, ulusalcılar öte yandan, tamamen zıt sebeplerle Diyanetin lağvedilmesi gerektiğini iddia ederken, “bence iyice bir düşünün derim” mealinde bir tutum takınmıştım. Temel dayanağımı özetlemeye çalışayım. Cumhurbaşkanlığı forsunda sayısını aklımda tutamayacağım kadar çok yıldızın her biri bir Türk devletini temsil eder ya, o devlet denen şeylerin pek çoğu devlet filan değildi bana göre, birer geçici konfederasyondu. Benim kavrayışıma göre o yıldızların temsil ettiklerinin arasında devlet denebilir olan ilk şey, Selçuklu Devleti idi. Diyanet denen kurum, yani dini devletin bir şubesi olarak örgütleme fikri, Selçuklu’dan, yani ilk kurduğumuz devletten beri bizimle.
Demek ki, bu topraklarda yaşayan insanlardan müteşekkil toplumun, dinin devletin dışında örgütlendiği bir duruma uygun tecrübeleri yok. Dinin devlet dışında örgütlenmesinin sebep olabileceği rahatsızlıklara karşı antikorları yok. Dolayısıyla, Diyanetin aradan çıkması/çıkarılması, hem İslamcıların ve hem de Kemalistlerin murat ettiği neticelerin tam aksine sebep olabilir. Hani, “hazırlıklarınızı yapın, tedbirlerinizi alın, ondan sonra kaldırın” filan diyor değilim, bu tür hususlarda hazırlıkların ve tedbirlerin çok da işe yaramayacağı kanaatinde olduğum herhalde bellidir.
Ama…
Üzerinde hak ettiği kadar kafa yorulmadan, uygun bir kavramsal yığınak yapılmadan, kestirmeden, Selcen’in yaptığını zannettiğim gibi yapıp, “ama bu ve şu yan yana olmaz ki” diyerek, biçimsiz olduğu apaçık olan halin biçimsizliğini gerekçe göstererek bir işe kalkışmayı da uygunsuz buluyorum. Tedbir takdire mani olmaz ama bu, tedbir niyetine kafa yormaya mani olmamalı…
Osmanlı’nın devlet teşkilatının neredeyse birebir izdüşümü üzerine Cumhuriyeti teşkilatlandıranlar da herhalde farkındaydı Diyanet denen kurumun mevcudiyetinin sebep olduğu biçimsizliğin. Gerçeklik biçimsiz, ne yaparsınız… O gerçeklik içinde akıl edebildikleri en az biçimsiz olan çözümdü Diyanet —üstelik mesele sadece Diyanetten filan kaynaklanıyor da değil yani. Şimdi de, “ya o, ya bu” demeden önce, en azından o devleti teşkilatlandıranların harcadığı zihinsel emeğe denk bir zihinsel emek harcamak lazımmış gibi geliyor bana.
Öte yandan, hanidir birlikte yaşadığımız ve ikide bir canımızı yakıyor olsa da onsuz nasıl yapacağımızı bilemediğimiz için katlandığımız Diyanet, bir bakıma, içinde yaşıyor olduğumuz sosyal depremin merkez üssü halini aldı. Benim açımdan içinde yaşıyor olduğumuz sosyopolitik hal, bir depremdir. Yani —daha önce başka kelimelerle de olsa defalarca dediğim gibi— zaten uzun süredir birbirinin üzerine yürüyen iki ana plaka var. Bundan önceki siyasi iktidarlar, bir biçimde, fay hattının üzerinde iş görmekten kaçınmak için çaba harcadılar. Çok sağduyulu olduklarından değil herhalde… İktidarda olan depremden korkar, depremde kaybedecek en çok şeyi olan iktidardakilerdir çünkü.
Erdoğan ucuzcu bir kasaba esnafı zihniyetiyle, “ulan burada muazzam bir enerji kaynağı var” diye dalana kadar, seçimden seçime müracaat edilen bir şey gibiydi fay kırığında birikmiş olan enerji. Kendisini görülmemiş bir dahi zanneden Erdoğan, bence Selcen’e dediklerini dedirten kavramsal haritayla, siyasetinin bütün faaliyetlerini, fay hattının tam üstüne dikti. Tıpkı Selcen gibi o da, yani, “bu biçimsizliği gidermek lazım” dedi.
Erdoğan’ın ve heyetinin herhangi bir siyasi birikimi olmadığından, serbest bıraktıkları enerji bir şebeke marifetiyle ihtiyaç duyulan noktalara dağıtılıp iş görmek yerine, bir tür volkan gibi patladı ve toplumu hallaç pamuğu gibi attı. Bakmayın siz “ulan ne güzel yaptık be” der gibi edalarına, zerre kadar şüphem yok ki “ulan biz ne halt ettik” diye düşünüyorlar ama artık geri dönüşü olan noktayı çoktan geçtiler. Dolayısıyla verdikleri hasarı bir marifetmiş gibi anlatmayı sürdürmek zorundalar.
Bu süreçte iki plakanın birbirine vurduğu düzlemde yer alan nispeten yumuşak dokular zamanla ufalandı ve şimdi artık en sert dokular birbirine vuruyor. Bir yanda Diyanet, karşısında Ankara Barosu gibi yani. Bu bir ölüm kalım savaşı. Dolayısıyla Oğur’un alıntıladığım cümlesinden temenni ettiğini çıkardığım biçimde, teenni ile sürdürülemez.
Ve dolayısıyla… Kemal Can’ın dediği noktaya geliyoruz, gözlerimizi olgusal düzlemde gerçekleşenlerin arkasındaki kavramsal düzleme çevirmezsek, hepimiz enkazın altında kalacağız. Kendi hesabıma zaten enkazın altında kaldığımızı düşünüyorum ama işte böyle bir Diyanet-Ankara Barosu çatışması biçiminde zuhur eden bir şeyler oldu muydu, “acaba” diyorum, “faturayı cephede dövüşen bu zibidilere yükleyip toplumu bu açmazdan çıkarmak mümkün olabilir mi?” Bu yüzden de, Oğur’un şikâyetçi olduğunu zannettiğim şeyi bir fırsat olarak görüyorum.
Memleketin doğru dürüst siyasetçisi olsaydı, sadece bu restleşmeden yeni bir gelecek projesi çıkarabilirdi. Doğru dürüst edebiyatçısı, mütefekkiri, sinemacısı olsaydı… Hepsini geçtim, doğru dürüst mizahçısı olsaydı evlerine kapanmak zorunda kaldığı günlerde ahaliye yaşadıkları ile iktidar mücadelesi arasındaki uyumsuzluğu ne güzel gösterir, tarafların ikisini de ne güzel açığa düşürürdü.
Ama yok.
Ne var?
“Ama İslam’da aslında yok ki” veya “ulan Diyanet onu diyorsun da bunu neden demiyorsun” veya “ama AKP eşcinsellik hususunda zamanında şunu yapmıştı” filan gibi şeyler var. Alo! Mevzu oralarda dönmüyor. Esas oğlan ile esas kızın hatıraları flashbacklerle perdeye yansıyor olabilir ama mevzumuz bambaşka bir mekânda geçiyor.
Ben bu işlerden biraz anlıyorsam, eğer biri akıl edip de Diyanet ve Baro noktalarından geçen doğru parçasına rastgele bir yerden bir dikme çıkar, kavramsal haritaya bir ilave boyut eklerse, malı götürür. Tarafların ikisi de fena halde kaybeder, o dikmeyi çıkabilen kazanır. Ama o biri çıkmıyor işte, nasıl bir kaht-ı rical ise…
Benim açımdan… Artık nasıl bir toplum değil, nasıl bir devlet istediğimizi tartışmakta fayda var gibi görünüyor. Böyle deyince kesmedi, herhangi bir toplum tasavvuru olmayan bir devlet istememiz, talep etmemiz gerekiyor gibi görünüyor. “E zaten biz de onu yapıyoruz” denecektir de… Pek öyle görünmüyor.