Erdoğan Gider, Özdağ Gelir

Yıldıray Oğur Ankara Nasıl Alabama Oldu diye sormuş.
Yazısından anladığım kadarıyla Ankara Alabama olmamış. Bu tespiti yaparken Alabama’da siyah düşmanlığının devlet tarafından organize edilen bir faaliyet olmadığını, sivil bir nefretin tezahürü olduğunu varsayıyorum. Ankara’da yaşanan şey ise, pek de sivil bir inisiyatif gibi görünmüyor.
Oğur’un işaret ettiği Ekşi Sözlük başlığına girdim. Faşist, ırkçı, kasabalı kesimlerin orantısız bir biçimde temsil edildiği Ekşi Sözlük’teki tahammülsüz girdi sayısı bile, ortada ciddi bir sivil memnuniyetsizlik olmadığının delili gibi göründü bana.
Mevzuu, yıllardır diye geldiğim şeyi bir defa daha tekrarlama fırsatı sağladığı için önemsedim. Türkiye’de, devlet kaşımazsa kabuk bağlamayacak yara yok.
Ama daha mühim tasalarım, korkularım da var.
Oğur’dan alıntılayayım:
“Bu milliyetçi ve ulusalcılığın gözüne sadece Kızılay’daki Somalilerin tabelaları batmıyor, Türkiye’deki her türlü farklılık da onları tedirgin ediyor, tetikliyor, Türkiye’yi herkesin birbirini tanıdığı, hiçbir şeyin değişmediği, hiçbir olayın sürpriz olmadığı durağan bir taşra kasabası gibi tahayyül ediyorlar.
“Tam da Alabamalı ırkçılar gibi… Hayatın değişimi, çeşitlilik, yeni talepler onları da ürkütmüştü.
“Bu bakış büyük insani birikimi olan bir toplumu konuşamaz hale getiriyor, farklı fikirleri kamusal alandan tasfiye ediyor, büyük bir ülkeyi küçültüyor ve utandırıyor.”
Evet, tam da Alabamalı ırkçılar gibi olanlar var ülkede. Ama Alabama’dan farklı olarak, onlar devletin “içindeler”. Bu farkı fark etmezsek, bu farka hak ettiği ehemmiyeti atamazsak, yanlış hedeflere ateş edip yeni mağduriyetler yaratabilir, sahiden de ırkçılık gibi bir belayla karşı karşıya gelebiliriz.
Türkiye’de çok sayıda Suriyeli sığınmacı var. Bu sığınmacılar (a) son derece kısa süre içinde ve bir tsunami büyüklüğünde geldiler, (b) AKP iktidarının doğru dürüst bir politikası olmadığı için memleketin bazı bölgelerinde sahici sosyal/kültürel gerilimlere sebep oldular ve (c) AKP iktidarının tuhaf “geri kabul anlaşması” yüzünden büyüyen bir problem olarak algılandılar. Yani, problemin kendisi büyüktü, ama AKP karşıtlığı problemi büyütmenin meşrulaştırılması için sağlam bir zemin de sağlamıştı.
Ankara’daki Afrikalılar konusunda, yukarıda sözünü ettiğim hususların hiçbiri yok. Sayıca azlar. Ekstra bir sosyal/kültürel probleme yol açmıyorlar. Hâlihazırda geniş muhalif kesimler tarafından AKP’yi vurmakta işe yarayabilir bir mermi gibi görünmüyorlar. Bu yüzden toplumda kayda değer bir öfkeye sebep olmadıklarını görmemiz gerekiyor. Bir takım azgın devlet memurlarının neredeyse şahsi bir mesele haline getirdiği zırvalığı, sığınmacılar karşısındaki hassasiyetle aynı kefeye koymak, toplum konusunda manasız hükümler vermeye yol açabilir.
Nüanslar mühim. Memleket, nüansları —bırakın yönetmeyi— anlamaktan bile aciz siyasiler tarafından kapana kıstırılmış bir halde. Muhalifi, muvafığı, toplum hakkındaki zavallı, geçersiz, tutarsız varsayımlarıyla hareket ediyor. Başımız dertten kurtulmuyor.
Kaldı ki, sığınmacılara gösterilen reaksiyon ile —merkezinde Ankara’daki Afrikalıların olduğu— şu biçimsiz hadise arasındaki fark, nüans olarak adlandırılamayacak kadar büyük. İkincisi devlet memuru olmayı memleketin mülkünü üstüne geçirmiş olmak zanneden bir işgüzarın işi. İlki ise —evet— bir sosyal fenomen.
Oğur yazısının bir yerinde “Ama Yeneroğlu’nun muhatabı bu kez hukuk dışına çıkmayı aklından geçiremeyecek Alman polisi değil, kimseye hesap vermeyeceği konusunda özgüveni tam, ali kıran baş kesen bir emniyet amiriydi” diyor. Yeneroğlu Almanya’da muhtemelen Ankara’dakine benzer bir hadiseye taraf olamazdı. Kreuzberg’deki başka türlü bir hadise olurdu. Bir dazlak grubu bir Türk lokantasını basar ve ateşe verirdi mesela. Yeneroğlu polisle, olsa olsa, “ama yeterince yansız davranmıyorlar” diye karşı karşıya gelirdi.
Fark barizdir umarım.
Seksen milyonluk herhangi bir topluma beş yıl içinde sekiz milyon yabancıyı sokun bakalım, Türkiye’deki ölçeğinde kalır mı sıkıntılar! Kaldı ki AKP’den nefret eden kesimler “hah, buradan vurulabilirler” diye hissettikleri için harlanmış bir ateşten söz ediyoruz. Onunla da kalmadı, tuzu kuru “sosyal adalet savaşçıları”, “ay siz ne biçimsiz bir toplumsunuz, sizden tiksiniyorum” demek için bu fırsatı da ıskalamadı, onlara duyulan ve her geçen gün yükselen öfke de ilave harlanmaya sebep oldu. Yani ateşin kendisi, ateşin harlanmasına sebep olan motivasyonların yanında teferruattan ibaret.
Ve bu gerçeklik idrak edilmezse, korkarım, AKP’yi tahtından edecek olan Özdağ olur.
Demem şu: AKP’yi iktidara taşıyan İslam filan değildi, müesses nizama duyulan öfkeydi, İslam o öfkenin bayrağından ibaretti. Şimdi de memleketin en hızla kabaran iki dalgasından biri AKP nefreti, diğeri ise kendilerini ahaliye parmak sallama salahiyetiyle donatmış vasıfsızlar sürüsüne duyulan öfke. Bu iki dalganın birbirine bindiği, birbirini beslediği noktada zuhur etmiş olan göçmen karşıtlığı da yeni dönemin bayrağı. Sadece bir bayrak o.
Bütün bir 28 Şubat dönemi boyunca, kendilerine temas edebildiğim bütün siyasilere ve kanaat önderlerine demeye çalıştım ki, Erdoğan’dan ve onun temsil ettiğini düşündüğünüz şeyden ürküyorsanız, Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmeyin. Yani, olur olmaz şeyleri dinle ilişkilendirip, hepsini de Erdoğangillere bağlamayın. Şimdi de demeye çalışıyorum ki, Özdağ’dan ve onun temsil ettiği şeyden ürküyorsanız, birbirinden bağımsız ve her ikisi de kendi hesabına güçlü o iki dalgayı ihmal edip, meseleyi toplumdaki yabancı düşmanlığına iliştirip, Özdağ’ın ekmeğine yağ sürmeyin.