İmamoğlu
Dün mahkemeden İmamoğlu’nu siyasi yasaklı duruma düşürebilecek karar çıktı. Kendi bakış açımı sıcağı sıcağına Serbestiyet’te yazdım. Sonra da Celal’le konuştum. O videonun altına gelen bazı sorulara ve cevap vermek, o sorulara kaynaklık ettiğini düşündüğüm kavrayışlar hakkında akıl yürütmek için de aşağıdakileri yazmaya karar verdim. Son zamanlarda pek yazmadığım uzunlukta bir yazı olacak herhalde.
İlk olarak hatırlatayım, dün daha erken saatlerde yayınlanan videoda, başka bir bağlamda işaret etmiştim. Güneş, yeryüzündeki bitkiler fotosentez yapsın ve büyüsün diye ışımaz. O ışır, yeryüzündeki bitkiler o ışımadan faydalanır. Taşlar faydalanmaz mesela. Mevzu, kullandığımız dilin (kiplerin, fiillerin) bizi niyet etmediğimiz yerlere götürebileceği idi. Kendi hesabıma, kullandığım fiillere, kiplere ihtimam gösteriyorum, göstermeye çalışıyorum. Ama bazen —herhalde sıklıkla— maksadın dışına çıkıyordur seçtiğim kelimeler.
Yine de, ben hiç hata yapmazsam ortadan kalkacak bir meseleden söz etmiyoruz. Mesela benim “Erdoğan’ın ortakları var” derken ortak kelimesine yüklediğim mana, birçoklarının aynı kelimeye yükledikleri manadan çok farklı olabiliyor. Ortakları, Erdoğan’dan “farklı” özneler. Menfaatleri farklı, istikametleri farklı, özlemleri farklı, korkuları farklı… Ama ortaklar. Yani “hisseleri var”. Eğer hisseleri olmasaydı, “Erdoğan’ın ortağı” değil, “memuru/neferi” olurlardı.
Dolayısıyla, benim açımdan bakıldığında, dünkü mahkemenin “Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde ve fakat ona rağmen” bir karar vermesi, teorik olarak mümkün. Ortaklarının böyle şeyler yapabilecek kadar güçleri olduğu ve Erdoğan’dan farklı bir dünyaları olduğu için… Eh, teorik olarak mümkün olan her şey pratikte de gerçekleşiyor değil, ben de biliyorum. İşaret etmeye çalıştığım husus, “yahu hem Erdoğan’ın ortağı olacak hem de Erdoğan’a zarar vereceği apaçık olan böyle bir işi yapacak, mümkün mü” itirazının geçersiz olduğu. Evet, mümkün. İlk defa olmuyor, son da değildir.
Erdoğan’ın ortakları var, çünkü onlara ihtiyacı var. Erdoğan’ın ortaklarının ortağı bir Erdoğan var, çünkü onların da Erdoğan’a ihtiyacı var. Ama ihtiyaç birliği, menfaat birliği, her durumda aynı tercihleri yapacakları manasına gelmiyor. Zaten de yapmıyorlar. Burada da yapmamış olmaları için son derece makul sebepler var. Ama ortaklarının Erdoğan’a rağmen yaptıkları bu hamleyi ondan gizleyerek yaptıklarını zannetmiyorum. Ortaklık hukukunun o durumda göreceği ekstra zararı göze almaları için bir sebep görmüyorum.
Erdoğan yarın çıkıp “hukuksuzdur, Yargıtay’dan dönmelidir” diyebilir mi? Diyebilir. Demekle ne kazanır, ne kaybeder? Kamuoyu, uzun süredir yargı kararlarının Saraydan sufle edildiği kanaatinde. Hem muvafık, hem de muhalif kamuoyu öyle düşünüyor. Erdoğan öyle düşünülmemesi için parmağını oynatmadı. Bu algının meyvesini doya doya yedi. Şimdi “benim istediğim şey değil” dese bir şeyler kazanır, başka şeyler kaybeder. Kazancının kaybını aşacağını hesaplarsa, sizi temin ederim, “Yargıtay’dan dönmeli” der. Ama bence demeyecek, çünkü kaybı kazancından büyük olur.
Meselemiz, galiba, yukarıda bir iktidar blokundan söz ettiğimizde, her şeye gücü yeten, teker teker her bir üyesi eksiksiz bilgiye sahip olan, attığı adımın neticelerini kusursuz bir biçimde tahmin edebilen, yapıp ettiklerinin bütün olumsuz yan etkilerini bertaraf edebilecek kabiliyette bir özne varsayıyor olmamızdan kaynaklanıyor.
Öyle bir özne yok.
Bir defa, mesela enflasyon kendilerine zarar veriyor öyle değil mi? Ama önleyemiyorlar. Her şeylere güçleri yetmiyor yani. Eğer Türkiye’nin Dünya Kupasına katılmasını ve sonra da Kupada şampiyon olmasını sağlayabilselerdi, tam da bu tarihlerde seçim yapıp malı götürürlerdi. Ama güçleri yetmiyor. Başka birçok şeye de güçleri yetmiyor. Hiçbir iktidarın gücü her şeye yetmez. İktidarlar da —sizin/benim gibi— mümkünler arasından en çok işlerini geleni tercih etmekten fazlasını yapamaz. Kudret arttıkça imkânlar artar, amenna. Ancak imkânsızlıklar da artar. (Bu mevzuun teferruatına girmeyeyim, yazıyı daha da uzatmayayım.)
İktidarlar da —sizin/benim gibi— neyin mümkün olduğu, neyin olmadığı konusunda eksik bilgiyle kanaat getirmek zorunda. Mümkün olan pek çok şeyin farkında olmadıkları gibi (filanca zengin delikanlı esasen sizden hoşlanıyor mesela ama açılamıyor, siz de şu bohem oğlanla takılıyorsunuz) filanca imkânsızın mümkün olduğu zannına da sahip olabilirler.
Bilgi eksikliği sadece bu tür mevzularla sınırlı da değil. Bahçeli kendisine “emret Genel Başkanım, elbette en iyisini sen bilirsin” deyip duran filanca şahsın, yanından ayrıldıktan sonra İyi Partili birine olmayacak sırları aktarıp aktarmadığını bilemez. Bilemeyeceğini de bilir. Tıpkı sizin/benim gibi. Erdoğan’ın yarın kendisini satma ihtimali hep aklındadır, satıp satmayacağını bilemez.
İktidarlar ayrıca, yapıp ettiklerinin neticelerini kusursuz bir biçimde tahmin edemez. Sizin/benim gibi… Bir tahminde bulunur ve yapmaya/yapmamaya karar veriler. Ancak neticeler sadece bir öznenin yapıp ettikleriyle gerçekleşmez, sayısız başka faktörle girişim yapar. Üst katlara çıktıkça üstelik, girişim yapan faktör sayısı da onların bozucu etkisi de artar. Diyelim ki, dünkü hamleleriyle bir Erdoğan-İmamoğlu maçı planladılar. Yazı da gelse tura da gelse kazanacakları bir yazı tura. Yani, mesela Yavaş’ın oyuna ortak olmasına mani olmak için bu hamleyi yaptılar. Tam tersi bir neticeye sebep olmuş olabilirler. Çünkü… Sosyal medyaya bakarsak, neredeyse herkes dünkü mahkeme neticesinde bir tasarı kokusu aldı. Herkes bir biçimde rahatsızlık duydu, kimi az, kimi çok. Dolayısıyla birilerinin “bu oyunu bozalım” diye sahneye çıkma ihtimali de arttı. Bana kalırsa, Yavaş’ın çizdiği profile de bakarak düşünüyorum ki, ihtimal düştü ama tam tersi netice de çıkabilir. Çünkü zaman var ve dünkü iş, dediğim gibi, yaygın bir kesimin burnuna tasarı kokusu taşıdı.
Çocukken Reader’s Digest’te bir kıssa okumuştum. Adam baltasının kaybolduğunu fark etmiş. Komşusundan şüphelenmiş. Sabah evden çıkarken komşusunu gözlemiş, bakmış balta hırsızı gibi. Akşam eve dönerken de balta hırsızı gibi davranıyormuş komşu. Çimleri biçerken, balta hırsızı nasıl biçerse öyle biçiyor, çocuklarıyla oynarken balta hırsızlarının oynayacağı gibi oynuyormuş. Birkaç gün sonra baltasını bulmuş. Bakmış ki komşusunun hiçbir davranışı balta hırsızının davranışını andırmıyor. Kılıçdaroğlu’nun aday olmak istediğine hükmedildiği andan itibaren, onun her yaptığı, aday olmak isteyen birinin yapıp edeceği şeyler olarak değerlendirildi. Ben onun aday olmaya niyetli olmadığını düşünüyordum, yapıp ettiği her şey bana “aday olmak istemeyen birinin davranışı” olarak göründü.
Yani?
Kimseye ispatlayamam ama ben bütün hesabımı Kılıçdaroğlu’nun aday olmayacağı varsayımına yaslamış durumdayım ve bu varsayımı hiç saklamadım. İktidar bloku İmamoğlu yerine Kılıçdaroğlu’nun rakip olmasını ister miydi? Bazıları isterdi, bazıları istemezdi. Bu mesele sadece bizim gördüğümüz faktörlere bağlı değil. İktidara ortak olanlardan biri mesela, seçimden sonra işlerin yoluna girmesini, kamuoyunda karşılığı olan güçlü bir liderin duruma el koymasını ister, menfaati ordadır. Bir başkası ise zayıf ve sembolik bir başkanın altında çatladı çatlayacak bir koalisyon ister, menfaati oradadır. Birinin İmamoğlu’na erişecek bağlantıları kendisine son derece güvenilir geliyordur, öteki Akşener’le irtibatlıdır, İmamoğlu’nun seçildikten sonra Akşener’in taleplerinin bir bölümüne marj koymak zorunda kalacağını biliyordur. Tekraren, herkesin sayısız tahmini var, doğru olup olmamalarının önemi yok, çünkü yapıp ettikleri o tahminlerin neticesi.
Kaldı ki, birçok “oyuncu”, Kılıçdaroğlu’nu yoklamıştır. Eğer ben haklıysam, onun kendisini aday olarak düşünmediğini teşhis etmiş, beklenmedik bir aday çıkarmasından da ürkmüş olabilirler. Hâlihazırda bir bağlantı kurabildikleri, kendilerince tahmin edilebilir olan İmamoğlu’nu “meçhul biri”ne tercih etmişlerse, anlaşılmaz bir şey yok. Basamakları yukarı doğru tırmandığınızda kontrol imkânları azalır, kontrol takıntısı artar. Bu genel kuralın istisnaları elbette vardır ama esas mühimi zaten bu kural değil. Esas mühimi şu ki, sözünü ettiğimiz insanlar etoburlar, memur zihniyetli değiller. Dolayısıyla bilirler ki her şeyi kontrol edemezler. Kontrol edebildikleri parametrelere yoğunlaşır, oyunun o parametreler etrafında biçimlenmesini sağlamaya çalışırlar.
Bu arada tekrarlamakta fayda var, İmamoğlu’nu tercih eden birileri varsa, (a) “ille de İmamoğlu kazansın” kararlılığında olmayabilirler, Erdoğan kazanırsa da rahatları kaçmayacak olabilir, (b) İmamoğlu kazanırsa onların kuklası olacak gibi bir beklentileri yoktur. Erdoğan’la ortaklar ve Erdoğan onların kuklası değil. Erdoğan’ın ortaklarının birçoğu için İslam, “görüldüğü yerde başı ezilecek bir düşman” değilse, pek de sıcak bakmadıkları bir faktör. Ama pekâlâ kucak kucağa yaşayabiliyorlar. İmamoğlu kendilerine borçlu olarak aday olup kazanacak olursa da benzer bir şey olacak.
Dünkü hadisenin bana söylediği hususlardan biri de şu: Sandığın önümüze gelme ihtimalinin arttığını düşünüyorum. İktidar ortaklarının Erdoğan’ın biçimsiz oyunlara kalkmasına sıcak bakmayacaklarını deklare ettikleri kanaatindeyim. İmamoğlu hakkında verilen kararın apar topar onaylanması ve İmamoğlu’nun yasaklı duruma düşmesi durumunda neler olur, tahmin etmem zor. Ancak bu ihtimali de düşük buluyorum. Neye yaslanarak düşük buluyorum? İmamoğlu’nun düşük bulduğu aşikâr görünüyor. Eh, bende olmayan malumat onda vardır herhalde. (Lakin onun sahip olduğu ve güvendiği malumat da o kadar güvenilir olmayabilir, öyle bir ihtimal de var yani.)
Kılıçdaroğlu’nun memlekete döner dönmez İmamoğlu’na “16 milyon seni kucaklıyor” demesi manidar. Kendisine rağmen yapılan bu “atamaya” direnmeye çalışacağı manası çıkarılabilir. Ancak bu direnç, Kılıçdaroğlu’nun en istemeyeceği neticelere de sebep olabilir. Çünkü —başka mecralarda da dediğim gibi— İmamoğlu kendisini aday yapabilecek öznelerden icazet aldığını düşünüyor gibi görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun icazeti, evleneceği kişiye karar vermiş bir genç kızın babasından beklediği şekli onay gibi bir şey. Kılıçdaroğlu onay vermezse… Kendi bilir.
Son olarak bu davayla yaratılan mağduriyet meselesine gelelim. Genel kanı, memleketin mağdurun yanında yer aldığı kanısı. Öyle değil. Dünya Kupası başladığında, memlekette hemen kimse Fas’a sempati beslemiyordu. Düne kadar olağanüstü bir değişim yaşandı. Yeminli Arap düşmanları bile Fas’ı desteklemeye başladılar. Senegal Fas’tan daha mağdur. Üstelik siyahîler, sempatik bulunmaları için ekstra bir sebep daha var. Ama Fas’ın devşirdiği sempatiye mazhar olmadılar. Fas’ı sempatik kılan, mağdur olması değil. Başkaldırmış olması. İtiraz etmiş olması. Haysiyetli bir futbol oynamış olması.
Gül de Erdoğan mağduru. Çıksın Erdoğan’ın karşısına görelim, mağduriyet kaç paraymış. İmamoğlu dün birkaç gazeteciyi çağırıp, “görüyor musunuz bana müstahak görüleni” edasında sızlansaydı, mağduriyeti para etmezdi. İtiraz etti, para eder.
Ama daha mühimi… Bence son derece yetersiz olan konuşmasında ima etti ki, “sizi mağdur ettiler”. Yani “ben mağdurum” demedi, “beni destekleyen sizler mağdursunuz” dedi. Mağdur olan ben isem, beni mağdur edene hesap sorarım. Sen isen? Senin hesap sormanı beklerim. Sormaya teşebbüs edersen, desteklerim. O kadar.
Bu misal de gösteriyor ki, olup biteni anlamak için kullanılan kestirme klişeler, başımızın dertten kurtulmamasının en esaslı sebepleri arasında. Ucuzcu birileri, önünü arkasını eşelemeden “bizim millet mağduru sever” gibi bir zırva üretiyor, klişe oluyor. O klişelerle düşünüyor, eyliyoruz. Hiçbir nüans gündemimize girmiyor. “Yahu öyle değil, millet mağduru sevse Bölükbaşı her seçimi kazanırdı” diyorsun, ezber bozuyor olman huzur kaçırıyor. Herkesin bildiği son derece basit bir şeyi bile bilmeyen biri muamelesi görüyorsun.
Hepimize kolay gele…