Kaygılanmıyorsan Sus!

Nicholas Kristof’un dün tercüme etmeye çalıştığım yazısında dedikleri mühim. Ama bence dili daha mühim şeyler söylüyor. Aşikâr bir biçimde görünüyor ki, mahallesinin hıncına maruz kalmaktan, linçe uğramaktan, en azından azarlanmaktan ürküyor, tedbiri elden bırakmamaya olağanüstü ihtimam göstermek zorunda hissediyor kendisini. Paylaştığı verileri paylaştığı için adeta özür dilemesi, yarından itibaren yeniden kendisinden bekleneni yapmaya devam edeceğine söz vermesi gerekiyor.

Hükmün/kanaatin veriye nasıl tahakküm ettiğini, bilimin kendisinin bir ideoloji olarak bilimin karşısında —tıpkı dinin kendisinin bir ideoloji olarak dinin karşısındaki gibi— nasıl boynu bükük, kolu kanadı kırık, nasıl müdafaada kaldığını görünce insanın içi burkuluyor.

Yazık.

Üzülmekten daha fazlası lazım galiba. En azından kendi hesabıma, üzülmeyi aşalı çok oldu, uzun süredir, fena halde endişeleniyorum. Endişelerimin sebeplerini, biraz daha derli toplu bir biçimde özetlemeye çalışayım. En azından iki sebebini…

Önce belirtmek gerekiyor ki, kötümserliğe karşı bağışıklığım var. İyimser bir insan sayılmam herhalde ama —muhtemelen daha doğru bir ifadeyle— kıyamet senaryolarından imal edilen kötümserliğe karşı bağışıklığım var. Anladığım kadarıyla dünyanın da var/dı ve ısrarla kıyamet senaryoları pompalanıp dursa da, dünya yol almayı sürdürüyor/du.

Ama…

Dünya onca kıyamet senaryosuna rağmen yol alıyordu, çünkü —başka sebeplerin yanı sıra— yığınların işleri güçleri, vardı. Çoğu okuma yazma bilmiyordu. Bilenler kıyamet senaryolarını okumuyorlardı. Kıyamet senaryoları gerçi hep, münhasır bir imalat alanı idi —birileri karnını kıyamet senaryosu üreterek ve yayarak doyuruyordu, ille maddi kazanç da şart değil, itibarı onlardan devşiriyordu. Ama bir yandan Kristof’un sözünü ettiği iyileşmeler ve öte yandan teknolojinin katkıları sayesinde imalat, bir endüstri halini aldı, atölye fabrikaya dönüştü. Endüstrinin/fabrikanın nelere kadir olduğunu da bilen bilir.

Neticede bir kaygı endüstrisinin, kaygı sektörünün şedit taarruzu/tasallutu altında yaşıyoruz. “Söz dinlemiyorlar” demek mümkün değil, çünkü söz söyletmiyorlar. Utangaç bir biçimde birkaç sayı verecek olsanız, utangaçlığınız kâfi gelmiyor. Paragraflar boyunca özür dilemeniz, mazeret beyan etmeniz, bir daha yapmayacağınıza söz vermeniz lazım geliyor. Eh, dediğim gibi yeni bir şey değil bu. Nüfus kıyameti, nükleer kıyamet, eşitsizlik kıyameti, iklim kıyameti filan diye geldik buralara. Hep birileri karnını doyurdu bu iştigalle. Lakin ilk defa bu kadar kapsamlı bir biçimde örgütlenmiş görünüyorlar ve esas mühimi… Boş vaktin artması, okuryazarlığın yükselmesi, maddi ihtiyaçların baskısının azalması yüzünden, yığınlar da kaygı sektörünün ürünlerine müptela olmaya daha açık hale geldiler.

Endişeli olmamın ikinci sebebi, Aydınlanma aklı deyip durduğum şeyin, pervasız yayılması. Adam —veya kadın— kutuplardaki buzulların eridiğinin fotoğraflarını görüyor. Basit aritmetik biliyor ya, eriyen buzulların deniz seviyesini yükselteceği hesabını yapıyor —veya bilgisi o hesabı anlamasına yetiyor. Yükseltiyor mu? Yükseltmiyor. Ama yükseltmesi gerekiyor. Şimdilik “yükseltecek” demekle yetiniyor ama bir adım sonra, “yükselecekti, küresel kapitalizm şöyle bir tezgâh kurdu, yükselmesine mani oldu” —veya “yükseldiği bilgisini bizden gizliyor”— derse şaşırtıcı olmayacak.

Eh, bu da yeni bir şey değil. İzini biraz sürünce ta Platon’a kadar gidiyor bu akıl yürütme tarzının, bu dünya tasavvurunun kökleri. Ama neticede bir avuç seçkinin tekelindeydi. Şimdi hemen herkes aritmetik biliyor —Erdoğan bile bileşik kaplar lafı ediyor, daha ne olsun! Yan yana gördüğü iki şey arasında manasız nedensellik ilişkileri kuruyor. Olağanüstü karmaşık ve muazzam bir hızla karmaşıklaşan dünyanın aşırı basitleştirilmiş krokileri üzerinden “böyle olmaz, şöyle olmalı” deme şehveti de yaygınlaşıyor. Dolayısıyla kitleler, okulun da katkısıyla kolayca yayılan aşırı basitleştirilmiş krokilerin dünyanın kendisi olduğunu zannetme haline de giderek daha açık hale geliyor.

Yani?

Söz söylemek güçleşiyor. Genç kızın biri kendisine iklim aktivistliği üzerinden bir kariyerin ilk basamaklarını inşa ediyor. Üzerimize bir yığın suç boca etmeden yapamıyor bunu. “Bir dakika, işler senin dediğin gibi değil” deme şansınız yok, ya kızın rahatsızlığını, ya kişiliğini, ya kimler tarafından finanse edildiğini, ya sözleri ile davranışları arasındaki tutarsızlıkları konuşurken buluyorsunuz kendinizi. Dediklerini değil, kızı konuşurken…

Çünkü öyle varsayılıyor ki dünya, gizli bağlantıları keşfedilmeyi bekleyen tamamlanmış, Platonik bir şey. Kişilerin/öznelerin özleri var. Şurada değilseniz, buradasınız. Şunun yanında değilseniz, bunun yanındasınız. Hakikat şu değilse bu. Olmuş ve olmakta olan her şey, bir takım öznelerin kastı. Şu kazanıyorsa bu kaybediyor. Ve saire…

İmtihanımız büyük. Zaten büyüktü, giderek büyüyor.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin