O Şey

1980’lerin başıydı, “boş televizyon kabini piyasası”ndan haberdar olduğumda… Adam, diyelim Mardin’den İzmir’e gelmiş. Önce kendisinden önce gelmiş olanlara ilişmiş. Biraz palazlanmış, bir gecekondu yapmış veya kiralamış. Evinde televizyon varmış gibi yapmaya ihtiyaç duymuş.

Bana anlatan “işin içinde” olan biriydi. İçim acıdı, daha fazla dinleyemedim. Dinleyemedim ama beynim kurgulamaya devam etti. Herhalde çocukları mızmızlanmışlardır. Konu komşu eve gelince “a, televizyonunuz yok mu” demişlerdir. Ve saire… İyi ama komşular evde televizyonu görüp, “açsanıza, falanca dizi var” dediklerinde veya çocuklar akranlarıyla oynarken mevzu bir önceki akşam oynayan filmdeki filanca kahramanını taklit etmeye gelince…

Bilmiyorum. Ama bana anlatanın anlattıklarından anladığım kadarıyla, öyle istisnai bir hal değildi bu, basbayağı bir “piyasa” oluşmuştu.

Türkiye, ben bildim bileli, bir televizyon alıcısı satın alamamış, bir televizyon alıcısı sahibi olmak için lazım geleni bir türlü becerememiş bir ülke. Ama salonda baş köşede, üstüne dantel bir örtünün özenle yerleştirdiği bir televizyon kabini bulundurmayı da, yine ben bildim bileli, hiç ihmal etmedi. Kuyruğu dik tutmak lazım, itirazım yok. Algı gerçektir, hakkımızdaki algıyı “yönetmemiz” gerekir, ona da itirazım yok.

Ama…

Eskiden —“eskiden” dediysem, mesela on – on beş yıl öncesine kadar— evimizdeki televizyon kabininin boş olduğunu, başka evlerdekilerin ise televizyon yayınlarını “alıyor” olduğunu, başkalarının, salonlarındaki televizyonun karşına geçip haber, film, dizi, maç, artık ne denk gelirse, seyrediyor olduğunu biliyorduk. Bizim evimizdeki ile başka evlerdeki “benzer görünümlü” şeyin “aynı şey” olmadığının farkında gibiydik. Kuyruğu dik tutacak, bu arada düzgün bir iş bulacak, biz de “onlarınki gibi” bir cihaz alacaktık.

Yani, eskiden halimize bakıyordum ve… İçim acıyordu.

Esasında biz, o evlerinde doğru dürüst cihaz olanlardan daha zengindik, kısa süre öncesine kadar. E, düşmez kalkmaz bir Allah. Biz de düşmüştük. Ama evelallah kalkacaktık.

Böyle bakınca da, Mardin’den çoluğunu çocuğunu toplayıp, İzmir’e gelip, balıkçılık yapmayı öğrenmeye çalışanlara, hayatında ilk defa gördüğü midyeyi satarak geçinmeye uğraşanlara duyduğum saygıyı duyuyordum, bize bakıp.

Sonra Erdoğan ve avenesi, bizim evimizdeki ile başka evlerdeki kabinler arasında bir fark olmadığını, bize yalan söylediklerini, hatta bizimkinin filanca sebeple tercihe daha şayan olduğunu filan iddia etmeye başladılar. En başta değil ama iktidardaki ilk birkaç yıllarından hemen sonra… Neden? Çünkü eve doğru dürüst bir televizyon alıcısı alabilecek kabiliyetleri yok. Birkaç yılda aşikâr oldu, kabiliyetlerinin kâfi olmadığı. Hep o mağaza sahibi yüzünden, vitrininin önünde midye satmaya izin vermiyor. Zaten zabıta da hep “sadece” bunların peşinde.

Yani?

Türkiye’nin “öncesi” ile “şimdisi” arasında muazzam benzerlikler var. Ama muazzam bir fark da var. Belki bir tek fark ama muazzam bir fark… Halimizin, “insanın içini acıtan yanı” baki, “saygı duyulabilecek” yanı ise mazi oldu.

***

Futbolu seviyorum, çünkü hayata dair bir yığın şeyi söylemeyi kolaylaştırıyor. Yukarıda özetlemeye çalıştığım değişimin en kolayca görülebilir olduğu yer de futbol.

Ortada futbol yok. Zaten yoktu. Hiç olmadı. Kapıkule’nin ötesinde, üste para verse oyuna alınmayacak çocuklara, Cemillere, Gökmenlere, sınırın bu yanında ilah muamelesi yaptık. Yani? Televizyon alıcısı yoktu ama boş kabini vardı. Futbol yoktu ama “futbol ilahları” vardı. Ama —hatta Ali Şen’inde, Gündüz Kılıç’ında, Coşkun Özarı’sında bile— bir tür mahcubiyet vardı. Sanki “şimdilik bunlarla idare edin, elbet biz de futbol oynayacağız bir gün” gibilerden…

Sonra bir de Demirören’ine, Terim’ine, Aziz Yıldırım’ına, Fikret Orman’ına, Şenol Güneş’ine bakın. Sanki her şeyi bihakkın yerine getiriyorlarmış da… Ah ulan o dükkân sahibi, o zabıta, o her kimse o… Ama engelleyemeyecekler.

Hayatımda Özal’a bir tek oy vermedim. Yüzüne karşı “siz bir şey yapmadınız, kapıları açtınız her şeyi çıkıp biz yaptık, millet yaptı” demişliğim var. Sayısız hata yaptı. Eh, dünyayı ezberlenmiş kavramlarla okuyanlar açısından bakıldığında, zaten, mevcudiyeti hata idi. Ama ben, yukarıda yazdıklarımdan bellidir, evine boş televizyon kabini satın almaya ihtiyaç duymaya yol açan “ruh durumları” üzerinden bakıyorum dünyaya. Özal, bilerek veya bilmeden, memleketin ruh durumunu değiştirmişti. Mustafa Denizli’ler mesela, “çıkar yeniliriz ulan, ama ‘başkaları gibi’ oynayacağız” diyenler, o ruh durumunun ürünleri idi. Terim, o sayede kazandı Avrupa Şampiyonluğunu.

O Terim’i bu Terim yapan şey neyse, aha onu iyi teşhis edin. Hepimizin düşmanı odur. Kapitalizm, sosyalizm, dincilik, milliyetçilik filan değil, ele gelmez, dile gelmez o şey… Onu bulun getirin, sonra Özal’a, vahşi kapitalizmine, daha ne isterseniz ona hep beraber sövelim —bana da ihtiyaç duyarsanız, zerre tereddüt etmeden yanınızdayım.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et