Türkiye’nin Gücü

İddia edip duruyorum ki, bugün Türkiye’de böyle bir rejime maruz kalmamıza —bu kadar zıvanadan çıktığı halde rejimin arkasındaki desteğin sürmesine— yol açan, memleketin okumuş çocuklarının tutumları oldu. Ahaliyi hiç beğenmeyen, ahali için neyin doğru olduğunu söyleyip durduğu halde bir türlü yapılmamasına içerleyen, “bu memleket adam olmaz azizim” deyip duran, “hâlbuki ben geçende yurt dışına çıktığımda Türk olduğuma inanmadılar, iyi mi” diye böbürlenen bir kesim, karşı tarafta devasa bir koalisyonun oluşmasının zeminini hazırladı.
Sözünü ettiğim kesim Türkiye’nin toplumunu, kültürünü, tarihini, dinini, giyimini hep dert etti. Bu arada gücünü de hep azımsadı. Kendi mağlubiyetlerini, orada bir yerlerde çok güçlü birilerinin masa başında tasarladığı büyük planlarla açıklamasına da yaradığı için, Türkiye’nin dışarıdan yönetilen bir kukla olduğu kanaati hep çok işine geldi. Türkiye’nin yapabildiklerini değil, yapamadıklarını, beceremediklerini gündemde tuttu. Hâlbuki Türkiye’nin yapabilir olduğu halde yapamadığı şeyler de —şöyle dört başı mamur bir üniversite, bir tek dört başı mamur üniversite mesela— kendisinin yapması gerektiği halde yapamadığı şeylerdi, ahalinin, kültürün, dinin filan hiçbir günahı yoktu.
Ben böyle gördüm hep ve kendi pozisyonumu netleştirdikten sonra, Duvar’da Taner Akçam’ın yazdıklarına geçebilirim.
Türkiye’yi, Türkiye’nin okumuş çocuklarını bir yana bırakalım, Suriye’nin akıbeti, ne sadece Moskova’da, ne sadece Washington’da, ne sadece Brüksel, Tahran, Tel Aviv, Kahire veya Şam’da verilen kararlara göre biçimlenmeyecek, benzer mevzularda da çok klavye eskittim. Bu bir oyun (game). Çok taraflı bir oyun.
Bir oyunun oyuncularından biriyseniz, “bizim oyunun neticesine etki edecek gücümüz yok, kenara çekilelim” dediğinizde zaten kaybeden tarafta yer alırsınız. Türkiye’nin muhalefeti, mesela ülkenin siyaset oyununda öyle oynadığı —yani oynamadığı— için kaybediyor ve evet, Akçam’ın da işaret ettiği gibi, devletin de dışarıda, onların içeride oynadığı gibi oynamasını —yani oynamamasını— telkin ve talep edip duruyor: “Ne işimiz var bizim Suriye’de!”
Buraya kadar tamam. Yani (a) Suriye’nin akıbeti henüz belli değil ve (b) Türkiye’de muhalefet, Türkiye’nin gücünü ziyadesiyle azımsıyor. Bu hususlarda Akçam’la anlaşıyoruz.
Akçam’ın mevzu etmediği bir kanaatimi daha paylaşayım. Bana kalırsa, mesela 2011 veya 2012’de Suriye’nin akıbeti hakkında “bu sürecin sonunda Suriye bölünür” tahmininde bulunmak daha akıllıcaydı. Daha yüksek ihtimaldi, Suriye’nin bölünmesi. Dahası, Suriye’nin bölünmesi bölgede başka sınır değişikliklerini de tetiklerdi.
Neden?
Birçok sebebi vardı. Bir defa bölgedeki devletlerin hemen hepsi yapay devletlerdi. Sahadaki demografiye göre değil, yüz yıl önceki dünyanın güçlü devletlerinin güçlerine göre çizilmişti sınırlar. Aradan geçen yüz yıl içinde mezkûr yapay devletler, başlangıçta mevcut olmayan toplumsal meşruiyeti inşa edebilirlerdi ama edememişlerdi. İkincisi, dünyanın mevcut güç dağılımı yüz yıl öncekinden farklı ve mevcut düzenin sürmesi, neredeyse kimsenin menfaatine değil. Ve üçüncüsü, bölgedeki Kürt nüfus, uzun süren bir silahlı mücadele sonunda, bölgenin en dinamik topluluğu halini aldı.
Yukarıdaki faktörlere başkaları da eklenebilir. Ama bana kalırsa bölgedeki statükonun sürdürülemeyeceği uzun süredir —en azından otuz yıldır— belliydi. Belirsiz olan, statükonun yerini neyin alacağı idi. Oyunlar da o şartlarda oynanır zaten.
Burada bir parantez açayım. Antiemperyalist olmak, benim açımdan, bir parçası olduğumuz bölgedeki emperyalist oyunlara seyirci kalmaya itiraz etmektir. Statüko sürdürülemeyecekse, bölgeye herkes elini sokacak demektir —emperyalistler de… Türkiye’nin antiemperyalistlerinin —yani kendilerini antiemperyalist görenlerin— bölgede yaşananlara “bana ne” deme lüksü yoktu. Olmaması gerekiyordu ama dediler. Antiemperyalist olmak, bölgede ABD ve/veya Rusya ile dövüşmek, karşı karşıya gelmek manasına da gelmez.
Akıllı bir devlet, hem kendi menfaatine ve hem de bölge topluluklarının menfaatine olan bir hedef geliştirir, sonra da uygun —ve geçici— ittifaklar kurup o hedefin gerçekleşmesi için gereken adımları, suhuletle atardı.
Akçam’ın yazısında katıldığım hususları belirttim. Şimdi de katılmadığım hususu söyleyeyim. Türkiye’nin on yıl önce sahip olduğu güç ile bugün sahip olduğu arasında olağanüstü bir fark var, Türkiye’nin eli çok zayıfladı. Dolayısıyla geldiğimiz noktada oyunu bozacak bir kabiliyeti de yok, olsa olsa kimin oyununun parçası olacağına karar verme hürriyeti var. Bu gidişle onu da kaybedecek, daha doğrusu kaybeden tarafın parçası olacak, öyle görünecek.
Şunu demek istiyorum, eğer günün sonunda Suriye bölünürse mesela, bu bölünme Türkiye’nin en istemediği biçimde gerçekleşecek. Diyelim Türkiye Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt koridoru istemiyor mu, tam da o olacak. Üstelik o Kürt koridoru Türkiye’ye, normal şartlarda olacaktı olduğundan çok daha düşman olarak vücut bulacak. Yok, günün sonunda Suriye yekpare kalırsa, o da Türkiye’nin en istemediği biçimde olacak. Rusya’nın, İran’ın ve hatta İsrail’in o Suriye’de birer hissesi olacak ama Türkiye’nin olmayacak mesela.
Neden?
Daha önce de defalarca dedim, birinci sebep bence Akçam’ın da işaret ettiği gibi, “hepsi benim” demekten, gücünü, kapasiteni doğru tespit edememekten kaynaklandı. “Bu okumuş çocuklar bizi azımsıyorlar, hâlbuki biz ne biçim bir milletiz, onların ‘yapamazsınız’ dediğini bir güzel yaparız” kafasıyla, “oyundan uzak duralım” tutumunun tam zıddına savruldu Erdoğan.
İkincisi, meselenin bir iç politika malzemesi haline getirilmesi, Türkiye’yi bu oyunda avantajlı kılabilecek gücünü, toplumsal mutabakat imkânını baştan torpilledi. “Suriye’de hepsi Türkiye’nin” diyen Erdoğan, “Türkiye’de her şey benim” dedi yani.
Beni bilenler bilir, bu mevzuları muhtevasıyla değil, formuyla tartışabilmek için elimden geleni yaptım. Yani “Suriye’den bize ne” diyenlerin de, yeni-Osmanlıcıların da ideolojilerine bulaşmadan, oyun teorisinin sağlayabileceği teknik bir düzlemde tartışabilmek için… Oyunlar hakkındaki bildiklerimiz, Suriye’deki oyunun nereye evrileceği hususunda henüz net bir şeyler söylemekten uzak olduğumuzu ima etse de, Türkiye’nin —muhtevadan bağımsız olarak, sadece nasıl oynadığının, oynuyor olduğunun bir neticesi olarak— kaybedeceğini tahmin etmeye elverir. Sadece Suriye meselesi değil Türkiye’de olup biten her şey, Erdoğan ve Bahçeli tarafından, kendi koltuklarını korumaya endekslenmiş durumda. Koltuklarını koruyabilmek için memleketi yakabilecek kadar da kudretleri var. Eğer o kadar kudretli olmasalardı, eğer sınırlandırabilmiş olsalardı, şimdi davrandıkları kadar pervasız davranamazlardı ve hem onlar için hem de Türkiye için makul seçenekler aramak zorunda kalırlardı. Arayınca bulabilirlerdi de… Şimdi öyle bir mecburiyetleri yok ve aramıyorlar.
***
Önceki gün Almanya’da, dün Londra’da yaşananlar, Suriye meselesinde sona gelmiş olmadığımızın, bu pilavın daha çok su kaldırabilir olduğunun işareti de olabilir, bilmiyorum. Ama zaten, Suriye meselesi, ta başından itibaren sadece Suriye meselesi değildi. Dünyanın —mayalanmakta olan— yeni düzeninin temel gerilim noktalarından biriydi Suriye. Çok sayıda ve çeşitli fay hattının kesiştiği bir nokta olarak, Suriye’de olup biten her şey Körfez’den Tunus’a, Güney Afrika’dan İsveç’e, dünyanın hemen her yerinde köklü değişimlere yol açabilme potansiyeli taşıyor. İşin başında, daha kapsayıcı, daha eşitlikçi, daha az sömürgeci bir dünya düzeni için çaba harcayanların heyecanları daha yüksekti. Elbette sadece Türkiye’nin hataları yüzünden değil ama en çok Türkiye’nin hataları yüzünden, momentum statükocu kesimlerin eline geçti. Yani —elbette çok dolaylı yollardan— Trumpların, Johnsonların seçilmesini Suriye’de olup bitenlerle ilişkilendirmek çok zor değil. Putin’in şimdiki Putin kıyafeti ise, o kadar dolayıma ihtiyaç duymadan söylenebilir ki, Suriye’de biçilip dikildi.
Netice olarak, bütün gençliğim boyunca Türkiye’nin gücünün hafife alınmasına itiraz ettim. Dünyanın birkaç masa başında dizayn edilen bir yer olmadığını hep iddia ettim ama ondan bağımsız olarak da Türkiye’nin önemli bir potansiyele sahip olduğunu düşündüm. Lakin AKP iktidarı, Türkiye’nin yekûn imkânlarını bir tek noktaya toplayıp sonra da o noktayı Erdoğan’ın eline vererek… Erdoğan da Türkiye’nin uluslararası pazarda para eden nesi varsa hepsini sadece kendi koltuğunu korumaya hasrederek…
Türkiye’yi yakın tarihte hiç olmadığı kadar zayıflattı.