Valla Biz Yapmadık, Bilim Yaptı

Süleyman Viyana’ya doğru yola çıktığında, 1529 yılında, dönemin kaynaklarından edinilen intibaa göre, Avrupa’da Viyana’nın direnebileceğine, düşmeyebileceğine inanan var idiyse, pek sesini çıkaramamıştı. Viyana düşecek, sonrasında bir başka muhkem mevki olmadığından, Osmanlı atlıları Atlas Okyanusuna kolayca ulaşacaklardı.

Korku ve çaresizlik içinde kaderlerinin tecellisini bekleyen o Avrupalıların torunları —kelimenin gerçek manasında torunları, yani çocuklarının çocukları— yetmiş yıl sonra, Orta Amerika’nın ve Karayipler’in tamamını, Güney Amerika’nın doğu ve batı kıyılarını, bugünkü Florida’yı, Filipinleri kolonileştirmişler, Hindistan alt kıtasının güneyindeki kıyı şehirlerinde kontrolü ele geçirmişlerdi. Sadece yetmiş yıl içinde…

Ne olmuştu da, boynu kütükte celladının darbesini bekleyen Avrupa, muzaffer ve zengin olmuştu?

1600 yıllarında bu soruyu sormak pek kimsenin aklına gelmiş gibi görünmüyor. Görünüşe göre o devrin Avrupalıları için öncelik, yağmaya katılıp hisse almak olmuş. Ancak çok sonra, 1700’lerin belki de ikinci yarısında, Avrupa iyiden iyiye doymuş, çalışma odasına geçmiş, nadide şarabını yudumlayıp tefekkür ederken bu soruyu sormuş gibi görünüyor. Bu arada Antik Yunan metinleri de Avrupa dillerine tercüme edilmiş, hatmedilmiş, Sparta ruhuna duyulan hayranlık Avrupa aristokrasisinin ortak sporu haline gelmişti.

Ve… Eğer Avrupa’nın neredeyse göz açıp kapayana kadar kısa bir süre içinde kaderinin 180 derece değişmesinin hangi sebepten kaynaklandığı hususunda başka cevaplar verilmişse de, diğerleri tarihin hışmına dayanamamış. Aradan sıyrılıp çıkan, yaygın kabul gören cevap, Avrupalıların bilime diğer medeniyetlerden daha çok ehemmiyet vermesi olmuş. Antik Yunan’ın mirasçıları olan Avrupalılar, nihayet Antik Yunan’dan miras kalan bilimsel dünya kavrayışlarının mükâfatını almışlar.

Bu cevabın, onu makbul bulduğum çağlarımda da beni huzursuz eden yanları vardı. Bir defa madem Antik Yunan’ın böyle müessir bir fikriyatı vardı, neden Antik Yunan’ın kendisi muzaffer olmadı? İkincisi, madem Avrupa Antik Yunan’ın tabii varisi idi, neden o zelil durumlara düşmüştü? Ve üçüncü olarak, Antik Yunan’ın, kendisini çağdaşlarından ve öncekilerden ayırt edecek bir bilimsellik vasfı sahiden var mıydı?

Çok da ehemmiyetli sorular gibi durmuyor görünebilirler. Ne var yani, Antik Yunan’ın fikriyatı esasında bilimsel değilse bile onu bilimsel kabul ediversek! Ne olur? İncilerimiz mi dökülür? Benimki klasik Türkçü/milliyetçi refleksten beslenen bir Yunan aleyhtarlığı değil mi?

Eğer günümüzün en yakıcı meselelerine kaynaklık ediyor olduğunu düşünmesem, emin olun, Antik Yunan hakkındaki efsaneye de, bilimin en hakiki mürşit olduğu iddiasına da, gönülden katılırım —hem Yunanlıları seviyorum ve hem de bilimi…

Lakin meselenin içinde mesele var.

***

Önce, şu Avrupa’nın bilim sayesinde muzaffer olduğu hikâyesine bakalım. Bu ifade, tabii olarak, “Avrupa önce bilimle müşerref oldu, bilim de Avrupa’yı Viyana’da muhasara altındaki çaresiz halinden alıp okyanus aşırı imparatorluklara taşıdı” manasına geliyor.

Copernicus 1543’te öldü. Avrupa bilim tarihinde, ondan önce dişe dokunur bir özne yok. Yazdıklarını ölmeden hemen önce ancak yayınlayabildi. O yazdıklarını yayınladığında, Portekizliler çoktan Orta Amerika’yı kontrol etmeye başlamışlar, Hindistan’ın batı kıyılarında kolonilerini kurmuşlardı. Copernicus’u Kepler ve Galileo’nun takip ettiği düşünülebilir. Mezkûr şahıslar eserlerinin çoğunu verdiklerinde 1500’ler tükenmiş, 1600’ler sayılmaya başlamıştı. Bilimin peygamberi ilan edilecek olan Newton’un doğmasına ise daha kırk yıl vardı.

Yani?

Avrupa muzaffer olmuş, sonra bilim yapmaya başlamıştı. Zaten de hep öyle olur. Muzaffer değilsen yoksulsundur. Bilim ise pahalı bir meşgaledir. Nitekim Copernicus ve Galileo gibi adamlar, yaptıkları işi, ancak Kilise’nin, yani Avrupa’nın kıt kaynaklarını hesapsızca sömüren otoritenin kanatları altında yapabilmişlerdi.

Bu vesileyle… Avrupa aristokrasisinin “bilim yaptık da zafer kazandık” cevabı, bir ihtimal, zafere Kilise’nin ortak olmasına mani olma niyetinden de kaynaklanıyordu olabilir. Çünkü zaten aristokrasi ile Kilise arasındaki ilişkiler netameliydi. İlaveten Kilise, eğer kendisine direnilmezse, kolonilerden akan altınların hepsinin üzerine oturmaktan imtina edecek bir özne gibi de görünmüyordu. Dolayısıyla sonradan imal edilen “dindar kafada bilim olmaz” safsatasının tohumları da o dönemde atılmış olabilir.

“Dindar kafada bilim olmaz” lafına neden safsata diyorum? Mesela Newton aşırı dindar biriydi. Mesaisinin çok büyük bölümünü Eski ve Yeni Ahit’te gizlenen şifreleri çözmeye adamıştı. Kendisinden sonra gelen büyük bilim insanlarının çoğu da dindardılar. O dönemde bilim, her şeyi yaratmış ve dolayısıyla yarattığı şey hakkında kusursuz bilgi sahibi olan Tanrı’nın bilgisini insanlara ulaştırmak için kullandığı kutsal metinlerin gizini çözmek olarak anlaşılıyordu zaten —Tanrı nedense bilgiyi şifrelemeyi tercih etmişti.

***

Kutsal metinler henüz yokken?

Eski Mısır’da ve Babil’de bilim, öyle anlaşılıyor ki, çok daha laik görünümlü bir faaliyetti. Yani evet, yine dönemin rahiplerinin tekelinde olan bir faaliyetti ama tabiatın düzeninin şifresiydi çözülmeye çalışılan, ilahi olduğu düşünülen bir metnin değil. Düzenli bir tabiat varsayılıyordu yani…

Antik Yunan’ı —ve Çin’i— Eski Mısır ve Babil’den ayıran şeyin de tam bu noktada belirginleştiğini düşünüyorum. “Ulan adamlar her bir şeye kafa yormuşlar ama doğru dürüst astronomları yok” denmesin diye birkaç isim zikrediliyor ama Antik Yunan’ın öncekileri aşmış bir astronomları sahiden yok. Astronomi, âlemin düzenini merak edenlerin yaptıkları ilk işti. Düzenli bir âlem varsayanların…

Eski Mısır’ın tapınakları da, piramitleri de, astronomi bilgilerine göndermeler ihtiva eder. Batı biliminden tamamen habersiz olarak kendi bilimlerini üreten —ve yılın uzunluğunu batılıların yüzyıllar sonra ancak erişecekleri bir hassasiyetle hesaplamış olan, yine de bilimsel açıdan kendilerinden yüzlerce yıl geride olan Portekizlilere karşı kısa sürede tuş olan— Orta Amerika medeniyetlerinin tapınakları da… Antik Yunan’dan bize kalan eserlerin hiçbirinde âlemin düzenine bir gönderme, bir öykünme yok.

Sebebi basit. Antik Yunanlılara —ve Çinlilere— göre âlem düzenli bir şey değildi. Düzene konması gereken bir şeydi. Âlemi düzene koymak için de bilim elzem bir şey değildi. Hâlâ da değil. Allah’ın —her bir şeyi yerli yerinde yapmışken, her nedense— Karadeniz ile Marmara arasında olması gerekenden bir eksik boğaz yapmış olduğuna hükmetmişseniz, bilime filan hiç ihtiyacınız olmaz. Yeterince kazmayı bir araya getirebiliyorsanız, muhalif olanları sindirecek kadar gücü de temerküz ettirebiliyorsanız…

Nema problema.

Noksanı ikmal eder, âlemin bir eksiğini kapatır, düzeni tesis etmiş olursunuz.

***

İmdi…

Bütün bu meselelerin günümüzle münasebeti nerede?

Önce bir başka sorunun cevabını arayalım. Avrupalılar “biz bilim sayesinde muzaffer olduk” dedikleri süreçte, eğer bilim sayesinde, Antik Yunan’ın mirası sayesinde muzaffer olmadılarsa, neden muzaffer oldular? Avrupa, bilhassa 1500’lerin ikinci çeyreğinden itibaren, son derece küçük güç odakları arasında paylaşılmış, giderek daha da ufalanıyor olan bir coğrafya idi. Merkezi siyasi otoriteler aşırı zayıflamışlardı. Vatikan’ın otoritesi de Reformasyon sebebiyle taarruz altındaydı.

(Evet, Nişanyan’ın işaret ettiği gibi, Reformasyon esasen dini taassubu beslemişti ama siyasi öznelerin eline, Vatikan’a karşı, “haddini bil, yoksa kendi kilisemi kurarım” deme fırsatını vermiş, dolayısıyla yereli merkez karşısında güçlendirmişti. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki demek ki, eğer merkezî gücün parçalanmasına yardımcı oluyorsa, dini taassup bile faydalıdır.)

Dolayısıyla her bir bey, kendi otoritesini sürdürebilmek için, öncekilere kıyasla aşırı bir entelektüel çaba harcamak zorundaydı. Bir yerlerden alınan yetki belgeleri filan kimseye hiçbir şeyi garanti etmiyordu. Bir yerlere boyun eğmek, sadakatini ispatlamak, beka için kâfi değildi. Kısaca söylemem gerekirse, bilgiişlem ihtiyacı birçok özne için katlanarak artmış, bilgiişlem nispi olarak olağanüstü dağıtılmıştı.

“Avrupa’nın performansını kendi kavramlarınla açıklamak için aşırı zorluyorsun” demeyin. Benzer lafları, başka kelimelerle de olsa, mesela Diamond ve Thurow da ediyor. Ama Diamond ve Thurow’ın Yirminci Yüzyılın sonlarında ettikleri bu lafları, mesela 1800’lerde yaşasalardı, etmeleri zordu. Hatta 1900’lerin ilk yarısında bile… Hatta belki de 1970’lere kadar. Zamanın ruhu müsait değildi.

“Avrupalılar merkezi otoriteyi sevmiyorlardı, bilgiişlemin dağıtıklaşmasına gönülden bağlıydılar” filan demiyorum. Öyle değildiler. Şartlar öyle gelişti ve bilgiişlemin dağıtıklaşmasına katlandılar, tercih etmediler. Sonra da “biz neden muzaffer olduk” sorusuna cevap ararken de, bu biçimsiz, katlandıkları gerçekliği esas sebep olarak görmediler.

Avrupalıların verdikleri cevap fevkalade yanlıştı. Zaten bilimsel bir perspektifleri filan yoktu ve dolayısıyla da başarılarının dayanağı bilim olamazdı. Bu yanlış cevabın alakasız bir alanda vahim neticeleri oldu. Avrupalılara yenilmiş olanlar, Avrupa’nın neden başarılı olduğu konusundaki Avrupalı cevabı da ithal ettiler. Sonra da bilimsel olmaya gayret ettiler.

Bu arada zenginleşmiş Avrupa, sahiden de bilime olağanüstü kaynak ayırmaya başladı. Bilimsel bilgi ivmelenerek arttı. Ama hâlâ Avrupa’nın —ve onun ileri karakolu olan Kuzey Amerika’nın— zenginliği ve başarısı, bilimsel bilgiden çok, Irak’ın, Azerbaycan’ın petrollerindeki paylarına bağlı. Yöneticiler de bunu bildiği için, başları sıkıştığında üniversitelerin ve/veya CERN’in bütçesini kısıyorlar ama Azerbaycan’da beklenmedik şeyler olmasına mani olmak için tahsis ettikleri bütçeden hiçbir tasarrufa gitmiyorlar.

İmdi…

Ne kötülük var, “biz Azerbaycan’ın başına bir adamımızı koyduk, onun vasıtasıyla Azerbaycan’ı soymayı sürdürüyoruz, zenginliğimiz bu yüzden” demek yerine “biz bilimsel düşündüğümüz için zenginiz” demekte? İnsanları soygunculuk, yağmacılık yerine bilimselliğe teşvik etmiş olmuyor muyuz başarıyı bilim ile ilişkilendirmekle?

Bana uyar. Daha doğrusu uyardı, uyuyordu.

Ama… Birileri, kendi siyasi tercihlerini, “benim tercihim değil, bilim öyle diyor” diye pompalayıp durdu Türkiye’de ve diğer modernleştirilen toplumlarda. Bilimden zerre kadar nasibi olmayan dünya tasavvurlarını bilimsel bir şeymiş gibi paketleyip toplumun orasına burasına sokuşturmaya çalıştılar. Haliyle rahatsızlıklar birikti.

Sonra göründü ki, mesele sadece modernleştirilmiş toplumlarla sınırlı da değilmiş. Bazı siyasi tercihleri bilim boyasıyla renklendirerek cazip hale getirip zorla dayatmak, modernleşmiş olan toplumlarda da ekstra gerilimlere sebep olmuş. ABD’de Trump mesela, “ay biz Batı olarak bilim sayesinde zengin olduk, ABD’de daha başarılı olan bizler de daha bilimsel bir dünya tasavvuruna sahip olduğumuzdan sizden daha başarılıyız” deyip duranlara karşı biriken öfkenin neticesinde yükseldi. Anlata geldikleri masalın truth ile zerre kadar akrabalığı yoktu ama bir de utanmadan, karşılarındakilerin tutumlarını post-truth diye etiketlemeye de teşebbüs ettiler.

Filan.

Bunları defalarca, muhtelif biçimlerde yazdım, çizdim. Benim açımdan, utanılacak işler işleyip utanmamak filan, insanlık tarihinde yeni bir şey de değil, istisnai bir hal de değil. Meselem bunlar değil yani. Meselem şu: ABD’de yığınlar, “ulan bizim yerimize bilgi işleyip karar veren ille biri olacaksa, o siz olacağınıza, Trump olsun” diyorlar. Trump’ı tercih ettiklerinden değil. Hem dövüp hem de “valla ben yapmadım, bilim yaptı” deyip durmalara artık katlanamadıklarını gösteriyorlar. Trump hiç değilse, “ben yaptım ulan” diyor ve… Herkesi dövüyor, sadece geleneksel olarak dayak yemeye alıştırılmış olanları değil, onlarca yıldır başkalarını dövüp duranları da…

Bilimsel bir tercih mi bilemedim ama son derece rasyonel bir tercih gibi görünüyor.

Trumpların, Erdoğanların görünür kıldıkları enerji doğru dürüst yönlendirilemezse, o enerji yeni dünyanın yapımına ortak edilemez, kanalize edilemezse, daha çok acı çekeceğiz demektir. Bu da bu işi yapmaya yanaşmayanların tercihi olacak, bilimsel bir tercih değil. Eh, manasız sokağa çıkma yasaklarını müdafaa edip “ben demiyorum, bilim diyor” filan dedikten sonra, asla anlayamayacağın sebeplerle sokağa çıkanlara sığır diyerek tatmin olmaktan ibaret bir ufku olanlara söyleyebileceğim bir şey yok. Ama daha yaşanır bir dünyaya daha az sancıyla geçmek isteyen birileri varsa diye yazıyorum.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin