Akışkanlık Gerekiyor

Tajfel’in 70 ve 80’lerde yaptığı deneylerden benim anladığım kadarıyla şöyle oluyor: Aralarında sizin de olduğunuz, bir araya gelmiş insanlara Hoca Ali Rıza ve Şeker Ahmet Paşa tablolarından örnekler —“şu Ali Rıza’nın, bu Ahmet’in” denerek— gösteriliyor. Slaytları izleyenlerin resim sanatı hakkında bir fikir sahibi olması lazım değil —hatta Hoca Ali Rıza ve Şeker Ahmet Paşa tablolarını ilk defa görüyor olmalarında bile mahzur yok. Hangi ressamı beğendiklerini önlerindeki kâğıda yazmaları isteniyor. Tercihinizi yapıyorsunuz.

Ve…

Kendinizi bir gruba ait hissediyorsunuz. Diyelim —benim yaptığım tercihi yapmış— Hoca Ali Rıza’yı seçmişseniz, kendinizi kalabalığın içinde Ali Rıza severler grubuna ait hissediyorsunuz. Hoca Ali Rıza seven diğerlerinin kimler olduğunu bilmeseniz de böyle —ki bazı deneylerde esasen bütün denekler, kendileri bilmese de, aynı tercihi yapmış oluyorlar. Eğer bir mükâfatın dağıtımı sizden talep edilirse, o mükâfatı Hoca Ali Rıza severler lehine dağıtmayı tercih ediyorsunuz mesela —kim olduklarını bir yana bırakın, mevcut olup olmadıklarını bile bilmediğiniz insanlar lehine.

Ve…

Belki de sizden başka Hoca Ali Rıza sever yok ama varsaydığınız o gruba dâhil olmakla kendinize saygınız artıyor.

Ne kadar aptalca değil mi? Şu insanlar ne kadar aptal! İyi ki siz onlardan değilsiniz…

Demeyin, çünkü siz de aynı biçimde davranıyorsunuz. Ve ilaveten demeyin, çünkü insan denen tür, bu akıllarla becerdi becerdiği işi.

Eh, insan denen türün becerdiği işi önünüze koyup “bu iyi bir iş mi, kötü bir iş mi” dediklerinde de aynı dinamikler devreye giriyor. “Ay ne kadar beceriksizce yapılmış” diyenlerden iseniz, öyle diyenlere sempatiniz, öyle dediğiniz içinde kendinize saygınız artıyor. “A, müthiş bir iş başarılmış” diyenlerden iseniz, bu defa da sizin tercihinizi yapmış olanlara sempati duyuyorsunuz. Ve ilaveten kendinize saygınız da artıyor.

Görüldüğü kadarıyla net bakiye şu: İkiye ayrılıyoruz ve kendimize duyduğumuz saygı da artıyor. Kauffman kendiliğinden örgütlenme için bedavaya düzen demişti, ondan mülhem, bedavadan özsaygı… Yani ikiye bölünüp birbirimizle didişiyorsak, o kadar da aptalca değil. Aksine, insan türüne ve yapıp ettiklerine burun kıvıranların akıl edemeyecekleri kadar akıllıca. Hayalleri olsa olsa Matrix’in Mimarının ve/veya Jobs’ın tasarımına erişebilecek olanların arkada yatan derin aklı idrak edebileceklerini, ona saygı duymayı öğrenebileceklerini pek zannetmiyorum ama… Demiş olayım.

***

Mesele nerede başlıyor?

İnsanlara “Hoca Ali Rıza mı, Şeker Ahmet Paşa mı, seç birini” demekle de yapabileceğiniz bir şeyi, “Libya’ya asker gönderelim mi, göndermeyelim mi” veya “İstanbul’a kanal kazalım mı, kazmayalım mı” veya “Süleymani’nin ölümüne üzülelim mi, sevinelim mi” diyerek yapmaya kalktığınızda başlıyor mesele.

Yeri gelmişken… “Fenerbahçe mi, Galatasaray mı” sorusu, çokbilmişlerin zannettiği gibi manasız bir soru da değilmiş yani. Veya… “Futbol mu? Aman benden uzak olsun” diyenlerin öyle demekle yaptıkları tercih de, esasen, takımlardan bir takım tutmaya eşdeğer bir fonksiyon yerine getiriyormuş. Peki, yukarıdaki soruların “Fenerbahçe mi, Galatasaray mı” sorusundan esas farkı ne?

Futbolda istediğiniz kadar cevap seçeneği üretebiliyorsunuz. Birinci fark bu. Akıllı insanların kurduğu futbol düzenlerinde, ligin sadece iki veya üç seçeneği olmaması, herkesin hayal kurabilmesi için özel çaba harcanıyor. Hemen her alanda, alanın menfaati, çok sayıda seçeneğin üretilmesini gerektiriyor. Hoca Ali Rıza’ya da, Şeker Ahmet Paşa’ya da burun kıvırıp Fikret Mualla’ya veya Bedri Rahmi’ye övgüler düzmek de mümkün olduğu için resim sanatının bir piyasası var. Siyaset de bence hiç farklı değil. Sağlıklı olması, çok seçenekli olmasını/olabilmesini gerektirir. Ama yukarıda misallerini verdiğim bütün soruları önümüze iki seçenekli hale getirip koyuyorlar. Ve bu ucuz işin müteahhidi olan Erdoğan, CHP’nin seçenek olmasından hiç rahatsız değil, üçüncü seçeneklerin belirmesine ise nasıl reaksiyon gösterdiğini görüp duruyoruz.

İkinci önemli fark ise… “Fenerbahçe mi, Galatasaray mı” sorusunun akli bir cevabı yok. Gerçi taraftar forumlarında pek çok kişi, neden kendi tuttuğu takının tutulması gerektiğinin matematiğini ümitsizce üretmeye çalışıyor ama bazıları da mesela Altay’ı, onun taraftarlarının pek az olduğunu düşündüğü için tutuyor. Filan.

Ama İstanbul’a kanal kazıp kazmamak başka hesap kitaplar da gerektiriyor. “O halde bürokrasinin kararlaştıracağı işleri siyasetin denetiminin dışına çıkaralım” filan demiyorum —bu anlayışa hep karşı oldum. Ama siyasetten bağımsız, siyasetin elini erdiremeyeceği yerlere Sermaye Piyasası Kurulları filan tesis etmek ve böylelikle siyasetin alanını daraltmak, gördüğünüz neticelere yol açtı işte. Her şey politik. Mesele şu ki, politik olan konuların pek çoğu da hesap kitap gerektirir, sonunu düşünmeyi gerektirir.

Çocuğunuzun öğretmeninin kim olacağına veya hastalığınıza kimin teşhis koyacağına, oylamayla aramızdan birini atayarak karar vermeyiz. Bu tür seçme ve atama işlerinin siyaset dışı olduğunu iddia etmiyorum —siyasidirler. Çocuklara neyin öğretileceği, nasıl öğretileceği, hastalara hangi metotların uygulanmasının uygun olduğu, hep siyasi mahiyeti de olan kararlar. Ancak dış politika ve güvenlik kararları gibi bu kararlar da, esasen, kurallı bir oyunun parçaları olmak zorunda.

Libya’ya asker gönderip göndermeme işi, birileri ve/veya herkes için özsaygı imalatına malzeme edilmek zorunda değil, aynı işi çok daha basit yollarla, Fenerbahçe-Galatasaray rekabetiyle de yapabiliyoruz. Türkiye’nin meselesi, Erdoğan’ın, memleketin en tehlikeli fay hattında yüz yılı aşkın süredir birikmiş enerjiyi kendi iktidarını korumak amacıyla istismar etmesinden kaynaklanıyor. Erdoğan’ın bu biçimsiz oyunu sürdürebilmesi için de, her konuda sadece iki seçenek olması gerekiyor. Herhangi bir hususta ikiden çok seçenek olursa, diğerlerinde de olabileceği fikri yaygınlaşabilir ve bu durumda da bu oyun sürdürülemez.

***

İnsanlar, son derece makul ve barışçı insanlar, “Hoca Ali Rıza mı, Şeker Ahmet Paşa mı” sorusuyla karşı karşıya kaldıklarında, pekâlâ kendi tercihleri dışında tercih yapanların kaybetmesini isteyecek bir haletiruhiyeyi kuşanabiliyorlar. Pekâlâ makul insanlar, Fenerbahçe tribünlerinde —veya başka takımın tribünlerinde— kendilerini kaybedebiliyorlar.

Ama…

Mesele genellikle sadece gruplar arası çekişmeyle sınırlı kalmıyor. Aykut Kocaman teknik direktör olduğunda mesela, bazı Fenerbahçeliler, “bu futbol Fenerbahçe’ye yakışmıyor” diye düşünüp, bu defa “Fenerbahçe mi, Galatasaray mı” sorusunun önüne “Kocaman mı, Yanal mı” sorusunu geçirebiliyorlar. Genellikle de geçiriyorlar. Hoca Ali Rıza’nın resimlerini beğenenler de kendi aralarında şu dönem resimlerini bu dönem resimlerine tercih etmek üzerine bölünebilirler.

Yani?

Grup içi rekabet, hemen her zaman gruplar arasındaki rekabet kadar hazır ve nazır ve genellikle de daha kıyıcı. Üstelik su yüzüne çıkmak için ille de gruplar arası rekabetin önemini yitirmesi gerekmiyor. Gruplar arası ve grup içi rekabet, bütün sosyal hayatınızda, sosyal hayatınızın her anında, hep var ve birlikte var. Üstelik mütemadiyen yeni hususlar zuhur ediyor veya siz daha önce karar vermemiş olduğunuz hususlarda da karar vererek kendi pozisyonunuzu sürekli güncelliyorsunuz. Sosyal hayatı doğurgan ve bereketli kılan da bu akışkanlığı.

Sosyal hayatın rekabet dinamiklerinin yarattığı akışkanlık, zaten herhangi bir akışkanlıktan nefret eden Aydınlanmacı zihinler için huzursuzluk kaynağı. Şöyle her şeyi yerli yerine bir raptetsek, ne iyi olacak. Herkes şaşmaz bir tutarlılıkla yerini tayin etse. O yer hiç değişmese. Gruplar arası maçı kazanmadan grup içi çekişmeleri çözüme kavuşturmaya kalkmasak —rekabet dinamiğinin bir hiyerarşisi olsa.

Ve buradan günümüzde yaşadığımız hadisenin üçüncü vasfına geçebiliriz. İşin tabiatı icabı, Fenerbahçe’yi tutup, Libya’ya asker gönderilmesine karşı çıkıp, Kanal İstanbul’a onay verip, ABD’den nefret edip, insanlık Süleymani’den kurtulduğu için memnun olabilirsiniz mesela. Kendilerine popülist denen otoriter figürler ise, gördüğünüz gibi, böyle bir çeşitliliği imkânsız kılmak için çabalıyorlar. Kanalı onaylıyorsanız, Libya macerasını da onaylayacaksınız, lamı cimi yok.

Eh, bahse konu olan otoriter figürler herhangi bir icat yapacak vasıflara sahip olmadıkları gibi, işbu tutumu da onlar icat etmediler. Zaten hâlâ da bu tutumun esas taşıyıcısı değiller. “Siz hayvan sevmezsiniz, bizim aramızda hayvan sevmeyenler barınamaz” veya “siz Arap seversiniz, bizim aramızda olmak için Fin veya İsveçlileri sevmek şarttır” veya… İşte… Sınırsızca çoğaltabilirsiniz, eşcinsellik hakkındaki tutumdan, kıyafete kadar.

Dünyanın ikiye bölündüğü, her ikisinin de kendi içinde tutarlı olduğu, beyaz tarafındaki her tercihin beyaz, siyah tarafındaki her tercihin de siyah olduğu kanaati, Aydınlanmacı, modern bir kanaat. Eh, herkes biliyor esasında dünya öyle değil, akışkan. Ve o akışkanlığın olduğunu ve olmaması gerektiğini biliyor Aydınlanmacılar. Şimdi Trump’ın ve/veya Erdoğan’ın tepe tepe kullandığı haletiruhiyeyi onlar inşa ettiler ve onlar taşıyorlar —hâlâ.

***

Dolayısıyla esas meselemiz insanların tabiatları icabı, pek de malumat sahibi olmadıkları Hoca Ali Rıza, Şeker Ahmet Paşa tabloları karşısında derhal bir fikir imal edip özsaygılarını tahkim eden varlıklar olmaları değil. Meselelerimiz herkesin Hoca Ali Rıza hakkında malumat sahibi olmasını sağlayarak çözülebilir hiç değil. Meselemiz akışkan bir örgütlenmeyi tesis edip edemeyeceğimiz, sürdürüp sürdüremeyeceğimiz noktasında düğümleniyor.

Otoriter siyasetle dövüşmenin yolu, otoriter siyasetçilerin karşısında bir blok oluşturmaktan geçmiyor. Aksine, bloklaşmayla mücadele etmek, çeşitlenmenin, akışkanlığın yanında yer almak gerekiyor. Herkesin şurada Hoca Ali Rıza’yı, burada Fenerbahçe’yi seçip, kadın cinayetlerine hassas iken homofobik de olabilmesi, hayvanları sevmezken Kanal İstanbul’a da karşı olması filan… Toplumun fıtratında olan bu halin, sosyolojik olarak kaçınılmaz olan halin, siyaseten de mümkün olması gerekiyor.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin