Benim Aydınlanmam

Gençken, Güzelbahçe’de yaz gecelerinde gözlerimi berrak gökyüzüne dikip düşünürken…
Mesela o uzak yıldızların hâlâ mevcut olup olmadıkları sorusu da gelirdi aklıma, eğer yok olmuşlarsa veya olmaktalarsa, o yok oluşun, çevrelerindeki kütlelerin düzenlerini nasıl altüst ettiğini de merak ederdim. Her şey çok sakin ve barışçı görünüyorken esasında nasıl bir kazanın kaynıyor olduğunu düşünmek içimi ürpertirdi.
Ama mesela, sevdiğim insanların, tanımadığım ama tanısam seveceğim, tanışsak beni sevecek insanların, benden çok uzakta, aynı gökyüzüne baktıklarında aynı/benzer manzarayı görecek/görüyor olması düşüncesi de düşerdi aklıma, tuhaf olurdum. Bir yandan onca farklı insanın aynı şeyi görüyor ama o aynı şeye bambaşka ilgi seviyelerinde reaksiyon gösteriyor olması… Öte yanda tanışsak ne iyi olacak ne kadar çok insanın mevcut olduğunu ama onlarla hiç tanışamayacak olduğumuzu bilmenin burukluğu…
Ve yine mesela, bundan on bin yıl önce de birilerinin, az çok aynı coğrafyada, aynı mevsimde, aynı gökyüzüne bakmış olduğu düşüncesi de düşerdi aklıma. Şu takımyıldız yine aynı yerde miydi filan, tali mevzu olurdu öyle anlarda… O insan hangi kaygılarla bakmıştı acaba o gökyüzüne? Yarın için bir ipucu mu aramıştı? Yıldızların bir ay önceki yerlerinden farklı yerlerde belirmelerinin kaydını mı tutuyordu? Filan…
Ve bütün bunları geçince… O insan sahiden var oldu mu? Sahiden gökyüzüne bakacak kadar lüksü oldu mu? Var idiyseler kaç kişiydiler, yani insanların kaçının —yüzde kaçının— böyle bir lüksü vardı? Diğerleri ona ne gözle bakıyorlardı? Onu bir meczup olarak mı, bir bilge olarak mı görüyorlardı, koruyup kolluyorlar mıydı, ondan uzak durmaya mı çalışıyorlardı?
***
Güzelbahçe’de yaz geceleri yapılabilecek çok şey vardı. Ben de mesela dayımla ve kardeşlerimle sohbet ediyordum, televizyonda Tatlı Sert dizisi veya klasik bir film veya maç varsa onu izliyordum, roman okuyordum, briç veya tavla oynuyordum ve… Arada da böyle sorularla boğuşuyordum.
Sorular çeşitlendirilebilir. Benim hiç aklıma gelmeyen sorular başkalarının aklına geliyordu zaten. Benim aklıma gelen sorular, birkaç grupta toplanabilir.
- Bilgi nedir? Neye bilgi muamelesi yapabiliriz?
Bilgiyi nasıl üretebiliriz? Nasıl emniyetli bir biçimde üretebiliriz? - Nasıl yaşamalıyız? Zamanımızı nasıl geçirmeli,
başkalarına ve tabiata nasıl davranmalıyız? İyi bir insan nasıl olunur? - Nasıl örgütlenmeliyiz? İyi bir toplum nasıl olur,
nasıl oldurulur?
Böyle grupladım ama bu soru gruplarının içinde, yukarıdaki misallerle de göstermeye çalıştığım gibi, sayısız farklı soru vardı. Ve böyle grupladım ama o zaman böyle gruplamıyordum.
Çünkü…
Doğru bilgiye erişebilirsem ve o doğru bilgiyi hayatıma tatbik edersem, iyi insan olmaktan başka seçeneğim kalmayacaktı zaten. İyi insan olduğumda, herkes iyi insanlar olduğunda, örgütlenme problemi de kalmayacaktı. Anlayacağınız, o vakitler tavizsiz bir Aydınlanmacı idim.
Bunları, Nişanyan’ın Aydınlanma Nedir yazısı kışkırttı da ondan yazıyorum. Nişanyan’la aşık atacak kadar malumatım yok. Didik didik ettiği besbelli olan yazarların kimisini hiç okumadım, bazısını üstünkörü okudum, okuduğumda bende iz bırakmış olan yanları nelerdi, hatırlamıyorum bile. Ben Aydınlanmayı, ondan kurtulmak için çektiğim acılarla öğrendim. Tarifsiz acılarla…
***
Güzelbahçe’de yaz gecelerinde kendi kendime sorduğumu söylediğim sorular, sadece basit bir seçki. Esasında o gecelerde sorduğum sorulardan aklımda kalanları sıralamaya kalksam, onlarca sayfa yazabilirim. Ve hiç şüphesiz unuttuklarım da var. Benzer biçimde Aydınlanmadan özgürleşme çabamı teferruatıyla yazmaya kalksam, son kırk yılımı neredeyse dakika dakika anlatmam gerekir.
Ve dahası… Kendimi hâlâ, hemen her gün birkaç defa, Aydınlanma kapanında yakalıyorum.
Her şeyi, kıymeti olduğunu zannettiğim her şeyi söylemiş olmaktan çok uzak olduğumu bilerek, ben kendi Aydınlanmamı özetlemeye çalışayım.
Aydınlanmanın sayısız veçhesi var —mesela Nişanyan’ın özetlediği tarihselliği de bir veçhesi. Benim açımdan Aydınlanma, bir dünyayı kavrayış tarzıdır. Evrenselcidir evet. Mesela bilgi/insan/toplum/tarih düzlemlerini birbirinin üzerine yatırıp derinliği imha etme pahasına evrenselcidir.
Elbette kendisini bir süreç olarak görüyor, en azından günümüzün Aydınlanmacıları Aydınlanmayı bir süreç olarak görüyorlar. Öyledir de herhalde. Ama bilgi nedir sorusuna cevap verildiğinde, otomatik olarak insan nasıl yaşamalı sorusuna, oradan da toplum nasıl örgütlenmeli sorusuna cevap bulunacağı varsayımı, hiçbir yerde —en azından benim bildiğim hiçbir yerde— açıkça dile getirilmemiş olsa da, Aydınlanmanın esas taşıyıcı kolonlarından biridir —sürecin bütün safhalarında değişmeden yaşadı.
Ve…
Şimdi söyleyeceğimi anlaşılır kılmak için, sizi Nişanyan’ın aynı gün paylaştığı bir başka yazıya davet etmem gerekiyor. Kutsal kitaplarda mesela, Nişanyan’ın da işaret ettiği gibi, bir tutarlılık çabası yok. Onun ifadelerine müracaat edeyim:
“…Sıra Pavlos’un mektuplarına gelince, güneşin altındaki aşağı yukarı her ahlaki önermeyi destekleyecek bir söz bulabilirsiniz. Bu tutarsızlıklar sayesindedir ki bunca yüzyıldan beri akla ve hayale gelebilecek her türlü ahlaki tutum, eylem, değer yargısı ve siyasi ilke, Yahudilik ve Hıristiyanlık adı altında savunulabilmiş; her görüş için Eski ve Yeni Ahit’ten lehte ve aleyhte yüz tane kanıt gösterilebilmiş.
“Bana öyle geliyor ki kutsal kitaplar bir eylem kılavuzundan çok bir ortak müzakere dili, bir referans çerçevesi sağlamış. İnsanlar bu kitaplardan aldıkları kavramları, deyimleri, meselleri, mitleri kullanarak tartışmışlar.”
Aydınlanma bize, kutsal kitapların tam zıddı bir tutumu vazediyor. Çünkü… Bir eylem kılavuzunun mümkün olduğuna iman etmiş. Bir rehberliğin mümkün olduğuna…
Nasıl bir akıl bir rehberliği mümkün görür? Kim rehberlik edebilir? Bizden önce buraları gezmiş, nerelerin görülmeye değer olduğuna hükmetmiş birileri. Aydınlanma, âlemin haritasının çıkarılabilir olduğuna iman etmiş olmayı gerektirir.
Âlemin haritası çıkarılamaz. “Henüz çıkarılamadı” veya “bu şekilde davranırsak çıkaramayız” değil, insan her ne yaparsa yapsın, âlemin haritası çıkarılamaz. Sözünü ettiğim şey, insanın tutum ve davranışlarına, insan zihninin veya örgütlenme tarzının sınırlarına dair bir şey değil, bilginin tabiatına dair bir önerme. Âlem hakkında bilgi üretilebilir, rafine edilebilir, düzeltilebilir ama âlemde bize rehberlik edecek bilgi türetilemez. Şimdi teferruatına girmeyeyim, Gödel İspatı bence bunu söyler.
Âlemi haritası çıkarılabilir bir şey olarak kabul etmek, bunu dile getirmeye bile ihtiyaç duymadan, en dipte, en erişilmez bir yerde istihdam etmek, kendiliğinden, âlemin bir nihai formu olduğuna inanmayı da gerektirir. Dolayısıyla evrim düşüncesine de direnir Aydınlanma aklı. Nitekim evrim düşüncesinin ta 1950’lere kadar kötürüm kalmasında da Aydınlanma aklının kalıntılarının, başta üniversiteler olmak üzere düşünce üretilen hemen her yerde yaptığı katılaştırıcı etkinin müessir olduğunu düşünüyorum.
Buraya kadar âlemin haritasının çıkarılamaz olduğunu söyledim ama belki daha doğrusu, âlemin haritasının olmadığını söylemektir. Âlem oluş halinde bir şey.
Neyse, çok uzayacak. Benim Aydınlanmam, deterministik, indirgenebilir, çizgisel, lineer ve saire vasıfları olduğunu varsaydığı bir âlem hakkında düşünsel bir tekel iddiasında bulunan ve bu tekeli de uzunca bir süre tesis etmiş bir din. Sözünü ettiğim ve etmediğim varsayımlarının hepsi yanlış. Gerçekliklere muhalif.
Hâlbuki diğer dinler, daha önceki dinler, tam da Nişanyan’ın işaret ettiği gibi, müzakere arayan şeyler. Kendi iktidarlarını müzakere ortamlarından ancak çıkarabileceklerini idrak etmiş şeyler. Hani Küçük Prens’teki, buyruğunu vermeden önce “sana ne buyurmamı istiyorsun” diye soran kral gibi… Krallıklarını bizim rızamıza endekslemek zorunda olduğunu fark eden krallar, bana kalırsa, bizim rızamıza ihtiyaç duymayan krallardan çok daha tehlikeli. Zaten Hitlerler, Stalinler de Aydınlanmacı dünya kavrayışının ürünleri. Ve kadim dinler de Aydınlanma aklıyla zehirlendikleri için dünyayı zehirliyorlar. Türkiye modernleşmecilerinin İslam’ın özü ve sair kavramlaştırmaları, ancak Aydınlanma aklıyla imal edilebilirler mesela.
***
Şimdi başa döneyim.
Bilgiyi üretiriz. Farklı insanlar olarak aynı veya farklı yollardan aynı bilgiye ulaşsak mesela, eğer birbirimizden izole yaşıyor olsaydık, “nasıl yaşamalı” sorusuna da aynı cevabı verebilirdik, aynı bilgiye yaslanarak. Ama sosyal bir ilişkiler ağı içinde yaşıyor olduğumuzda, eğer mümkün olsaydı ve tastamam aynı bilgiye ulaşmış olsaydık, aynı hayatı yaşayamazdık. Sosyal ilişkiler her birimizi farklılaşmaya zorlardı. Birisi forvet olmuşsa, öteki sol bek, beriki kaleci olmak durumunda kalırdı.
Yani?
Bilgi düzlemi belirleyici değil. Aynı şeyi aynı şekilde bilmek, “nasıl yaşamalı” sorusu gündeme geldiğinde, ancak tali bir role sahip. Ve Aydınlanma aklı açısından trajik olan şu ki, “nasıl yaşamalı” sorusu gündeme geldiğinde devreye giren, ancak o safhada devreye giren mekanizmaların tamamı da bilgi üretiyor. Aydınlanma aklına göre bilgi kaynağı olmayan, esasen hiç olmaması gereken, müzakere dayatan ilişkiler ağından bilgi zuhur ediyor.
İlaveten, insanların her birinin teker teker “nasıl yaşamalı” sorusuna verdikleri cevaplardan da bir sosyal düzene otomatik olarak ulaşılamaz. Yani insanların teker teker vasıflarını tespit ederek nasıl bir sosyal örgütlenmeye ulaşacaklarını öngöremezsiniz —dolayısıyla mesela memleketin şimdiki hallerine bakıp insanlar hakkında hüküm de veremezsiniz— ve insanları teker teker iyileştirerek sosyal düzeni iyileştiremezsiniz —mesela Köy Enstitüleri kurup, orada insanları biçimlendirip, hayal ettiğiniz sosyal düzene ulaşamazsınız.
***
Aydınlanma işe yaradı mı? Şüphesiz yaradı. İnsanlığı bir cendereden kurtardı, manasız hayaller kurdurarak da olsa, içinde debelendiği kuyudan çıkardı. Ama bugün cebelleştiğimiz problemlerin büyük bölümü Aydınlanma aklının sebep olduğu problemler. Yani? Aydınlanma aklıyla asla çözülemeyecek problemler.