Bir Defa Daha Güven Duygusu

Netflix’te Babies adlı bir belgesel var. İlk bölümde, Anne Rifkin-Graboi adlı bir bilim kadını, ebeveynlik tarzları ile bebeğin gelişimi arasındaki ilişki üzerine yaptığı çalışmaya değiniyor. Çalışmayı değerlendirebilecek kadar malumatım yok ama bir yerde bilim kadınımız şöyle diyor: “Bir ebeveyn ilgili ve duyarlı olduğunda, bebek dünyanın güvenli bir yer olduğunu öğrenir ve böylece çevresini keşfetmeye vakti kalır.”
Bu tür kestirme bağlantılardan hoşlanmadığımı biliyorsunuz. Ama genel kamuoyuna yönelik bir belgeselde daha fazlasını beklemek de haksızlık olur. Peşine düşülmeyi hak eden bir mevzu gibi görünüyor.
Şimdilik, mevzuun peşine düşmeden de söylenebilecekler var.
Dünya güvenli bir yer mi? Değil —eğer güvenli sıfatını, başımıza herhangi bir beklenmedik, istenmeyen şeyin gelme ihtimalini sıfırlamak olarak görüyorsanız. Öteki taraftan bakarsak ise, pekâlâ güvenli bir yer —eğer başımıza gelen beklenmedik şeylerle baş etme imkânlarınız olmasını güvenlik için kâfi buluyorsanız.
Geçen gün dedim ki “Benim emniyet talebim, emniyetsiz bir dünyayı emniyetli bir hale getirme —veya o hale getirildiğini zannetme— talebi değil. Emniyetsiz bir dünyaya uygun bir sosyal örgütlenme talebi…” Uzun hayatım boyunca kendimi hep emniyette hissettim. Çünkü hep hak ettiğimi düşündüğümden bile fazla sevgi, saygı, itibar gördüm. Yaşadığım emniyet hissinin bir lüks olduğunu, başkalarının benim kadar şanslı olmadıklarını da genç yaşta fark ettim.
Yani?
Emniyet hissine sahip olup olmamanız, çevrenin/dünyanın parametrelerinin değişmesiyle —en azından sadece onlarla— değişmez. Sizin değişmeniz gerekiyor. Güven duymuyorsanız, dünyanın güvenli bir yapılmasının hiç manası yok. Güven duygusuna periyodik olarak dönüp duruyorum. Son birkaç yılda şurada yazmışım, şurada da yazmışım ve şurada da… Esasında çok eskiden beri bu mevzuu hep çok önemsedim. Çünkü medeniyet denen şeyin esas taşıyıcı kolonlarından birinin insanların birbirlerine duydukları güven olduğunu düşünüyordum.
Ve bu düşünce de benim hassas olduğum diğer hususlarla göbekten bağlantılı. Eğer toplumda güven duygusu yaygınsa, insanlar birbirlerine güven duyuyorlarsa, Erdoğan gibi birine ihtiyaç duymazlar mesela. Zaten o da bunun farkında olduğundan —yani bunu hissettiğinden— mesaisinin büyük bölümünü toplumun güven duygusunu tahrip etmeye tahsis ediyor.
Neticeten…
Daha iyi bir toplum isteyebilirsiniz ve bunun için çok şey yapıp, çok şey yazıp, çok şey söyleyip çok yorulabilirsiniz. Ama esasında daha iyi bir toplum, muhtemelen, sizin kendinizi yorduğunuz işlerin neticesinde değil, alakasız bir takım sebeplerle güven duygusunun yaygınlaşması ve derinleşmesinin neticesinde gerçekleşir. Şehirleşme mesela, bana öyle geliyor ki, güven duygusunun yaygınlaşmasında ve derinleşmesinde en müessir olan hadiselerden biri… Kasabada, doğrudan temas halinde olduğunuz otuz, kırk kişi dışındaki kimseye güven duymadan —kasaba dışındaki milyarlarca insana ise apaçık bir güvensizlik duygusu içinde— yaşamayı sürdürebilirsiniz ama şehirde… Hiç tanımadığınız insanlara da güvenmek zorundasınız —birçoğu sizi dolandırsa da ve defalarca dolandırıldıktan sonra bile.
Daha önce dedim, insanın çevresi dediğimiz faktörün içinde insan dışı tabiatın rolü zamanla olağanüstü azaldı ve insan faktörü olağanüstü önem kazandı. İnsan da, eğer kendisine güvenmeyi biliyorsanız, insan dışı bütün faktörlerden daha güvenilir —çünkü bir yandan daha öngörülebilir ve öte yandan da size daha çok ihtiyacı olan— unsur.
Babies dizisinde de vurgulanıyor, hamile kadınlarda oksitosin seviyesi yükseliyor ve doğumdan sonrasına kadar da yüksek kalıyor. Kadın ve bebeği arasındaki duygusal bağda en tesirli olan şeyin oksitosin olduğu konusunda çoktandır bir mutabakat var. Oksitosin, aynı zamanda, çok ihtiyaç duyduğumuz giderek daha sıklıkla vurgulanan empatinin de temel biyokimyasal kaynağı olarak görülüyor. Dizide iddia edildiği kadarıyla, sadece annede değil babada da doğumdan sonra oksitosin seviyesi yükseliyormuş.
Yani?
Doğum dediğiniz hadise, bedavadan, toplumdaki oksitosin seviyesini yükseltiyor. Şu son hadiselerle birlikte Süleyman ve adamlarının başrolünde olduğu bir tiyatroyla mülteciler sınır kapılarına ve kıyılara sürülürken, muhaliflerin bir bölümü de bu işe alkış tuttu malumunuz. Bu arada “ama bebekler” diyenlere de “bu kadar çocuk yapmasalardı” diye geğirdiler. O arada, kim olduğunu şimdi hatırlamadığım biri, doğum oranının, belirsizliğin yükseldiği mültecilik gibi şartlarda hep arttığını yazdı. İnsanların çevrede güvensizlik yükselirken güven duygularını tamir etmek için geliştirdikleri bir strateji olabilir yani. Ne hoş.
Hani insan türünü aşağılarken ve/veya insan türünün geleceği hakkında üretilen kötümser senaryolara gönüllü olarak müşteri olurken işe yarayabilir diye hatırlatayım dedim. Akıl dediğimiz şey, kortekste sürdürülen faaliyetlerden ibaret değil. Beynimiz, korteksin altında da olağanüstü işler işliyor.