Borç, Güven ve Saire…

Yıldıray Oğur 2004’teki hızlandırılmış tren kazasının soruşturmasının serencamı üzerinden, yerli ve milli iktidarımızın iş yapış tarzını özetlemiş (http://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/sorusturmanin-sonucu-tespit-edilememistir-8674). “Bunlar satılmış, gayrımilli, vatandaşın zamanına saygıları yok, biiiz, trenleri hızlandırırız bi güzel” deyip yola çıkarsın, tren raydan çıkınca üç beş garibana faturayı çıkarır…
Mevcut iktidarımız, dünyayı Con Ahmet’in devridaim makinesi gibi görüyor. Trenlerin hızlandırılması, petrol bulunması, otomobil üretilmesi, Suriye’nin fethedilmesi filan gibi şeyler için hiçbir şey lazım değil ama satın alınmış işbirlikçiler bütün bunların önüne geçtiler. Alnı secde görenler ve damarlarında asil kan dolaşanlar “ol” dedi mi, olacak hepsi.
Neyse…
İnsanın içinden yazmak gelmiyor ama Nişanyan bereketli biryere olta atmış (http://nisanyan1.blogspot.com/2018/12/borclularn-isyan.html). Üzerinde oyalanmaya değer, rehabilitasyon yerine de geçer belki.
Sizin önünüzdeki tezgâhta beş ürün olsa ve her birinin değeri de on lira olsa. Benim önümdeki tezgâhta da beş ürün olsa ve değerleri onar lira olsa. Ama hiçbirimizin cebinde beş kuruş olmasa. Siz ihtiyaç duymadığınız ürünlerinizi, ben de kendi ürünlerimi satamam. Birimiz bir yerden on lira borç bulabilirsek iş değişir. Diyelim siz on lira borç buldunuz ve benim tezgâhımdan bir şeyi satın aldınız. Ben de kazandığım on lirayla sizin tezgâhınızdan bir ürünü aldım. Sonra siz benim tezgâhtan ötekini, ben sizin tezgâhtan ötekini… Ürünler bitti, mallarımızı sattık, her ikimiz de ellişer lira kazandık, ihtiyaçlarımızı karşıladık ama sadece sizin cebinizde bir on lira var. Onunla da gittiniz borcunuzu ödediniz.
Con Ahmet’in devridaim makinesi gibi görünüyor. Öyle zaten. Ekonomi sıfır toplamlı bir oyun değil, değer yaratıyor. Tekrarlayayım, değeri yaratan emek değil, alışveriş. Siz emekle, alın teriyle, diyelim bin ton soğan ürettiniz. Soğan da altın gibi maşallah. Eğer soğanı ihtiyaç sahiplerine ulaştıramıyorsanız, “ay ama buna emek harcanmış, bu değer” filan olmuyor, çürüyor —veya devletimin sivri akıllıları gelip sizi istifçi diye ahalinin önüne de atabilirler daha fenası.
(Yerli ve milli iktidarımızın Con Ahmet’i ile ekonominin Con Ahmet’i arasındaki farkı keşfetme işini size ihale ettim.)
Yukarıdaki —aşırı basitleştirilmiş— misalde, eğer takas yapsanız, borç almaya filan ihtiyaç kalmayacaktı ama takas, sadece bu kadar basitleştirilmiş şartlarda mümkün. Biraz karmaşıklaştırırsanız, iki oyuncuyu beşe çıkarır, ürünlerin fiyatlarını değiştirirseniz mesela, takasla işin içinden çıkamazsınız. Para bu yüzden var ve… Para, daha yaratıldığı anda borçtur zaten.
Neoliberalizm denen dönemin birkaç ayırıcı vasfı var. Birisi, kredi kartlarının yaygınlaşması ve kredi hacminin olağanüstü büyümesi. Nedir kredi kartı? Gelecekteki gelir beklentinizi bugünkü alışverişlerinizde kullanmanız. Esasında bugünkü gelirinizin emeğe ne kadar endeksli olduğu şüpheliydi. Sizi, diplomanızı bahane ederek filanca tesiste falanca işe alıp ücret ödemeseler hangi işler ne kadar aksayacaktı, o şüpheli. Size verdikleri ücretten çok daha azına aynı işi yapmaya talip olan kaç kişi var, ücret hangi mekanizmalar içinde belirleniyor, muhataralı. Ama iyi-kötü işleyen bir ücret mekanizması vardı —sizin, benim emeklerimiz dışındaki üretim faktörleri marifetiyle üretilenleri bölüşmemizin bir enstrümanı olarak.
Mesele şu ki, üretim potansiyeli olağanüstü artmıştı ve ücretler, üretilen şeylerin alışverişi için yeterli olmuyordu. Yani? Sizin tezgâhınızda satılamayan şeyler kalıyordu, benim ücretim bittiği için. Bana “satın almayı ertelemene lüzum yok, şimdi al, gelecek ay ödersin” dendi ve Con Ahmet’in makinesi böylelikle hızlandırıldı. Teknik olarak bakarsak, yeni para yaratıldı. Eh, esasında sadece birkaç ay içinde birkaç ay önce harcanmış paranın ödenmesi gerekeceği için, çok da bir şey kazanılmış sayılmayabilir. Ama dünya ölçeğinde kredi kartıyla yapılan işlemlerin hacmine bakılırsa görülebilir ki, muazzam bir girdiden söz ediyoruz. İlaveten, ekonomi bir tık genişlemiş oldu.
Mesele şu: İhtiyacımız olandan çok fazla üretebiliyoruz. Çok daha fazla üretebilecek durumdayız. Biz gençken ekonominin problemi ihtiyaç yetersizliği değildi, ihtiyaç sınırsız görünüyordu. İhtiyaç talebe dönüşemiyordu, çünkü ihtiyaç duyduğunuz şeyi talep eder hale gelebilmeniz için, onun fiyatını ödeyebilir geliriniz olması gerekir. Hemen herkes otomobile ihtiyaç duyuyor olabilir ama ancak bir otomobili satın alabilecek geliri olanlar otomobil talep edebilir. Bizim gençliğimizde, esasında, talep de problem değildi, problem arz tarafındaydı. Yani sistem, güvenilir gelir sahibi olan ve gelirinin büyümesi de güvenilir olan, yeterli sayıda ve sürekli büyüyen gelir sahiplerinden oluşan yeterince geniş bir orta sınıf yaratmıştı ve dolayısıyla hemen her ürüne talep vardı ve hızla büyüyordu. Hep büyüyecek gibi görünüyordu. İşin arz tarafında ise sıkıntı vardı. Artan talebi karşılayacak kadar üretim yapılamıyordu.
1960’larla birlikte, üretim kabiliyeti olağanüstü bir hızla artmaya başladı. Önce, işlerin basitleştirilmesi ve benzeri cihazlarla üretici kesimin olağanüstü genişlemesi sayesinde —ve elbette işçileştirilen kalabalıkların beslenmesi için gerekenlerin nüfusun daha küçük bir yüzdesiyle üretilebilir olmasıyla… Sonra ise, işlerin otomasyona devri marifetiyle…
Kaçınılmaz olan oldu ve —makineler talep üretmediği için— arz talebi geçti.
Yani?
Daha dün, tenekeleri otomobil formuna sokup beğendiğine satan üreticiler, ürettiklerini satın alabilecek gücü olan kitlelerin sınırlarına ulaştılar ve geçtiler. Daha geniş kitlelere ulaşabilmek için ürünlerini ucuzlattılar, kaliteyi yükselttiler. Filan.
1980’lerde bir başka eşik geçildi. Üretim talepten sonra ihtiyacı da geçti. İhtiyaç duymadığımız şeylere ihtiyaç duymamızı sağlamak için reklamcılık sektörü patladı. Ve giderek, AVM’ler filan marifetiyle, satın alma faaliyetinin kendisi bir ihtiyaç olarak tarif edilmeye başladı.
Yoksulluktan filan söz etmek iyi de… Kim tüketiyor, daha 1980’lerde ancak küçük bir azınlığın imtiyazı olan bunca şeyi kardeşim?
Neyse… Gelelim esas mevzua… Yani borca…
Ama önce… Otomobil üretmek, cep telefonu üretmek bir şey. GSM şebekesi üretmek ise başka bir şey. On otomobil üretmek bir otomobil üretmenin on katı olmasa da, mesela sekiz katı kaynak gerektirir. Cep telefonu için de durum benzer. Ama yüz bin kişinin faydalanacağı bir GSM şebekesi inşa etmekle yüz milyon kişiye hizmet vermek mümkündür —kabaca. O şebekenin maliyeti, cep telefonlarını üretmek için kurulacak bir tesisin maliyetinden de çok yüksek. Yani, eğer cep telefonlarını yaygınlaştıramazsanız, imtiyazlı bir yüz bin kişi, o imtiyaz için olağanüstü bir külfeti aralarında üleşmek zorunda kalırlar ve… Üleşemezler. Dolayısıyla o sistem kurulamaz, işletilemez.
Giderek her sektör bu vasfa ulaşıyor. Otomobil endüstrisinde daha güvenli, daha konforlu, çevreye daha az yük olan, daha sürdürülebilir otomobil üretimi için yapılan ARGE çalışmaları için harcanan kaynaklar, otomobil imalatındaki klasik maliyet unsurlarına kıyasla sürekli artıyor. Otomobili satmak için ayrılan kaynaklar da… Dolayısıyla ancak daha geniş kesimler tarafından üleşilirse sürdürülebilir olan bir faza geçtik. İnsanların kardeşliği bu yüzden elzem ve neoliberalizm diye burun kıvırdığınız şey, insanların kardeşliğini bir ihtiyaç haline getirerek, maddi şartları “ama biz kardeşiz” demeye ihtiyaç duyacağımız hale getirerek, insanlığa, bütün kardeşlik masalları anlatma faaliyetlerinden daha çok hizmet etti.
Bunu da nasıl yaptı?
Sizi borçlandırarak yaptı. Borç iyidir. Borçlu olmak iyidir. Hele sizin borçlu olduğunuz kişiler de borçlu iseler ve onlar da mesela size borçlu iseler…
Dünyada şu kadar borç var. E demek ki o kadar da alacak var. Kim bu alacaklılar? 2018’in bahar aylarında yapılan bir hesaplamaya göre, dünyanın borcu on yılda yetmiş trilyon dolar artarak 240 trilyon dolar civarına yükselmiş. Diyelim ki yedi buçuk milyar insanın yüz milyonu alacaklı olsun. Alacakları eşit bölüşürlerse, her birinin hissesine 2,4 milyon dolar düşüyor. Çok para. Ne yapacaklar ki o kadar parayı tahsil etseler?
Sizden alacaklarını tahsil edecek olurlarsa, sizin satın alma kabiliyetinizi sıfırlayacaklar demektir. Bu sizin işinize gelmez herhalde ama bilin ki kimsenin, özellikle de alacaklılar denenlerin işine gelmez. Para, eğer karşılığında satın alınabilir bir şey yoksa, kağıt parçasından fazla bir şey değil. Tahsil ettikleri paralar, üretim durduğunda, bir hiç. Zaten öyle alacaklılar diye bir özne de yok. Ortada, olağanüstü boyutlara ulaşmış üretimin ürünlerinin pazarlanması için kâfi miktarda para yok —olsaydı o da borç olacaktı, tanımı icabı. Alış verişin sürdürülebilmesi için gereken miktar borçla karşılanıyor, açık borçla kapanıyor.
Size daha fenasını söyleyeyim, üretim kapasitemizin artışının sınırlarına yaklaşmış gibi de görünmüyoruz. Aksine, biyoteknoloji, nanoteknoloji ve sair alanlar, üretim kapasitesinde daha devrimci sıçramaları işaret ediyor.
Borcunuzu tahsil etmek için kapınıza dayanmaya kalkarlarsa…Herkes kaybeder. E ama yine de böyle bir şey yapmaya kalkabilirler mi? Kalkabilirler. Esasen sizin para dediğiniz, borç dediğiniz şey, güvenden ibarettir. Ekonomiyi yürüten motor, güvendir. Günümüzün şartlarında, güvenin zayıfladığına dair sayısız işaret var. Güven duyuyorsanız, kendinizi güvenceye almaya ihtiyaç duymazsınız. Güven azalırsa, güvence ihtiyacı artar. Güvence ise, ekonomi bünyesi için en tehlikeli virüslerden biri. Dolayısıyla hastalanma riskimiz düşük değil. Ama mesele borç miktarı filan değil, onu demek istiyorum. Mesele, Nişanyan’ın da dediği gibi, siyasetin yetersizliği…
Siyasete gelmeden, şu göçmenler meselesine de değinelim.
2000’lerin başlarında, Gökçek’in işçileri, belediyeden —mesela kaldırım süpürmek için— aldıkları ücretlerin bir bölümünü birilerine vererek, işlerini yaptırıyorlardı. Bunun Gökçek’in işçilerine has ve onlarla sınırlı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Taşeronluk dediğiniz müessese, özünde böyle bir şey. İş kıt kaynak. Onu bir imtiyaz olarak, muhtelif yollarla alıyorsunuz, komisyonunuzu alıp yeniden dağıtıyorsunuz.
Sözün özü, dünyanın her yerinde, borçlu oldukları için —vurgulayalım, borçlanabilir olan, kendilerini kendilerine borç verilebilir statüsüne atmış olanlardan söz ediyoruz— ayaklananların yapmaya tenezzül etmeyecekleri muhtelif işler var. O işleri yapmaya tenezzül edebilir olanlar, ancak göçmenler.
E yani, “sarı yeleklilerin göçmenlere ihtiyaçları var, onlara zarar veremezler” diyebilir miyiz? Diyemeyiz. İhtiyaçları var ama ihtiyaçları olduğunu bildikleri konusunda aynı emniyetle konuşamıyoruz. Peki, neye işaret etmek istiyorum? Şehirli olamayanlar başkalarına verdikleri her zararı misliyle ödeyecekler. Hangi safhada bunu idrak edebilirler, bilemeyiz ama neticede şehirlilik kazanır. Meselemiz, şehirliliğin zaferini ilan etmesine kadar ne kadar acı çekileceğinde…
Aha işte siyasete geldik. Siyaset, bu geçişlerin efendice, Nişanyan’ın seçtiği tabirlerle söyleyecek olursak, medeni bir biçimde, nezaketle gerçekleştirilebilmesinin biricik cihazıdır. Toplum değişir. Maddi şartlar değişir ve toplum da uygun olarak değişir. Yani bünye değişir. Bünyenin karmaşıklaşmasının gerektirdiği kavramlaştırmaları entelijansiya üretir. O kavramlara uygun olarak sinir sisteminin —yani uygun üstyapıların— değişmesi işini siyaset yapar.
Yapamıyor.