Daha İyisini Yapabiliriz

Dün bıraktığım yere geleceğim. Ama biraz dolambaçlı bir yoldan…

Süleyman döneminde Osmanlı, dünyanın belli başlı güçlerinden birincisi değilse, biriydi. Şüphesiz ki güçlü bir ordusu, demek ki o orduyu besleyebilecek serveti, demek ki o serveti sağlayacak geliri, demek ki verimli bir ekonomisi vardı. Şüphesiz ki bir önceki cümledeki her şey, Süleyman’ın çağdaşı olanlara kıyasla idi, yoksa mesela ordusu bugünün orduları karşısında birkaç saat tutunamaz, ekonomisinin verimlilik seviyesi ahalisinin birkaç günde telef olmasına mani olamazdı.

Süleyman dönemine dair hikâyat, bize, genellikle şu yukarıda saydığım hususlardan söz etmez. Daha çok dönemin mimarisi, şiiri, müziği, sosyal hayatı anlatılır —dı Osmanlı’ya, bilhassa Süleyman dönemine hayranlık duyulan muhitlerde. “O kadar zengindi ki herkes, zekât verecek kimse bulunamıyordu” veya “paşa konağı ile mahalleli iç içeydi, paşa derdi olan mahallelinin derdine koşardı” veya “kimse kimsesiz değildi” gibi…

Doğru muydu bütün bunlar? Bilmiyorum. Muhtemelen, yine dönemin Avrupa’sı veya İran’ına kıyasla Osmanlı daha medeni bir toplumdu. Ama hikâyenin ne kadar doğru olduğunun o kadar da ehemmiyeti yok. Hikâyenin böyle anlatılması, böyle hikâyeler anlatılması ise manidar. Toplum, demek ki, en azından bu tür hikâyelerin imal edildiği dönemde, güçlü bir orduya sahip olmaktansa medeni bir toplum olmanın daha mühim olduğuna hükmetmiş ki, böyle hikâyeler talep etmiş. Birileri de o talepleri karşılamış. Veya toplumun hikâye anlatıcıları —yani elitleri— medeniyetin ordudan daha mühim bir şey olduğuna toplumu ikna etmek için bunları uydurmuş.

Benzer bir şey, Osman ile Edebali arasında uydurulmuş. Şu Edebali’nin Osman’a nasihatinden söz ediyorum. Edebali Osman’a öyle bir nasihat kaleme alsaymış, güzel olacakmış. Almamış. Yüzlerce yıl sonra birileri böyle bir şey uydurmuş ve kulaktan kulağa yayılmış hikâye. Daha güzel olmuş. Mezkûr nasihat Edebali, Osman veya Süleyman hakkında bir şey söylüyor olmasa da, toplumun hükümdar tasavvuru hakkında,— demek ki toplum hakkında— çok şey söylüyor.

İmdi…

Gelelim Abdülhamid’e… Birileri, aşırı zayıflamış ve hantallaşmış bir imparatorluğu güçlü rakiplerinin arasında hayatta tutmak için yapılanlardan bir diplomasi dehası çıkarabilir. Öyle yapınca topluma “diplomasi iyidir, hele zayıfsanız alayına gider yapmak ahmakçadır” demiş olursunuz. Siz bunu yapmayınca başkaları sefir tokatlayan bir Abdülhamid anlatır ve “bize yakışan budur” demiş olur.

Siyasetin imkânları derken kastettiğim şey, böyle şeyler.

Aksaray’da birileri otistik çocukları protesto ederken, o protestoya yakıt olan enerjiyi şu değil de bu yana sevk edebilirsiniz. Etmiyoruz. Ne yapıyoruz?

1.

“Biz —yani kendimizi ait hissettiğimiz kesim kimse o özne— asla böyle şeyler yapmayız, zaten de yapılmamalı, ne çare ki yapılıyor, toplum utansın” diyor, kendimizi temize çekiyoruz. Orada kirli, biçimsiz bir takım özneler kalıyor. Artık herkesin meşrebine göre o özneler birbiçimli bir özne halini alıyor. Kimine göre dindarlar, kimine göre inançsızlar —en azından münafıklar. Kimine göre Türkler, kimine göre Kürtler, kimine göre Ortadoğulular, kimine göre bütün insanlar.

“Biz”, bütün bu kirliliğin ortasında, temiz, “bu nefy-ü hicre müebbed, bu yerde mahkûm” yaşamak zorunda olan özneler olarak, artık kendimize mi acırız, sosyal medyadan başkalarına ayar mı veririz, “behemehâl bu memleketten gitmeli” deyip kaçma planları mı yaparız… O da yine meşrebimize kalmış.

2.

CHP’ye yazılıyoruz. Siyaset yapılacak imkânların doğduğu noktada, “her şeyin başı eğitim azizim” demek için bir fırsat daha buluyoruz. İnsanlar, medeni insanlar böyle şeyler yapmamalı, mutabık mıyız? Mutabıkız. O halde insanları, böyle şeyler yapmayacak biçimde eğitmek gerekir. Onun için de eğitim sistemini… Neyse… Eğitim sistemini böyle şeyler yapmayacak insanlar üretecek biçimde düzenlemek için, iktidar olmak lazım. Olamıyoruz. Ah, kıymetimiz bilinmiyor.

3.

“Devlet bunların yapılmasını imkânsız hale getirmeli” diyoruz. Valiye, okul müdürüne “mani olun” taleplerimizi iletiyoruz. Baskı yapıyoruz, baskı yapmaya çalışıyoruz. İstenmeyen, istemediğimiz bütün halleri, otoritenin gücü marifetiyle ortadan kaldırmaya çalışıyoruz.

***

Yukarıda saydıklarımın sonuncusu, ta Meşrutiyetten beri deneye geldiğimiz bir metot. Osmanlı’dan müdevver… Bir vakitlerin sosyal örgütlenme teknolojisinin icabı olduğu söylenebilir. İkincisi CHP’nin, özellikle yenilmeye başladıktan sonra geliştirdiği metot. Mekteplere asla gerçekleştiremeyecekleri bir misyon yüklüyor. İlki ise günümüzün problemi. Politik doğruculuk üzerinden ahlaki üstünlük devşirip kendini rahatlatma hali. Kendi başına bir tehdit olmayabilir/di. Ama dünyanın dört bir yanında kendi siyasi karşıtını üretti ve toplumların başına Erdoğanlar, Trumplar, Orbanlar musallat olmasına sebep oldu.

Hâlbuki yukarıdaki üç yoldan başka yollar da var.

Dünyada eğitim başlığı altında tasnif edilebilecek öğrenmenin kahir ekseriyeti, sosyal ilişkiler —ve demek ki siyaset— marifetiyle üretilmiş şeyler. İnsanlar mesela şehirlere akın etmek gerektiği bilgisini mekteplerde edinmiyorlar. Mekteplere gitmek gerektiği bilgisini bile… Mektepler, teknolojileri itibariyle, böyle bilgilerin edinilmesi için en verimsiz, en elverişsiz aygıtlar.

ABD’de toplumun filanca şeyden gurur duyup falan şeyden uzak durmasında mekteplerin hissesi yok mertebesinde ama Hollywood’un hissesi çok yüksek. Obama’nın ve/veya Trump’ın hissesi de… Bush 9/11’i bahane edip önleyici saldırı (preemptive attack) gibi bir kavramı ABD toplumuna yedirirken, mekteplerden hiç yardım almış değildi. Ortada aniden yükselmiş bir hassasiyet vardı, o hassasiyetin beslediği enerjiyi, kendi politik kavrayışına göre yönlendirdi.

Sıklıkla iddia ettiğim gibi, Kennedy’nin Aya Yolculuk projesi de benzer bir enerji yönlendirme projesi idi. Esasen hedef aya gitmek filan değildi. ABD endüstrisi muhtelif sebeplerle değişime direnç gösteriyordu. Değişimden zarar görecek endüstriler ve kesimler vardı. Öte yandan da toplumda Sovyetlerin gerisine düşme endişesi vardı. Kennedy —daha doğrusu ABD siyasi kurumu— o endişeyi enerjiye çevirmek, kayba uğrayacak kesimleri razı etmek için bir hayal imal etti. Benzerini Türkiye’de Özal yaptı.

***

Üzerine yazılacak daha çok şey var ama daha da uzatmayayım.

Diyeceğim, deyip durduğum odur ki, Aksaray’da gerçekleşen hadise, bir siyaset fırsatıdır. O protestoya katılan, benzerlerine katılabilecek olan ve protestocuları onaylayabilecek olan insanları aşağılamadan, onları eğitmeye filan kalkmadan, kani olmayacakları davranışları sergilemek zorunda bırakmadan, kendileri, çocukları, toplum, eğitim, sınav ve saire hakkında düşünmeleri sağlanabilir. Sağlanmalı.

Bu işi yapması gereken, yapabilir olan, toplumun elitleridir.

Yapmıyorlar, yapmıyoruz. Sonra? Aşağılamakla, “her şeyin başı eğitim azizim” diye hüzünlere gark olmakla veya otoriteden yardım talep etmekle, üstümüze düşeni ikmal ettiğimizi zannediyoruz.

Sonra da “bunlar nereden çıktı”?