Erdoğan Gezi’yi Neden Sevmiyor?
Gezi, benim açımdan, hiç beklemediğim bir şeydi. Hayatım boyunca şahit olduğum onca şey içinde, muhtemelen, gerçekleşmesine en çok şaşırdığım birkaç şeyden biri… Ama başlangıcının üzerinden 24 saat geçmeden ne olmakta olduğunu hissettim. Saygı duydum. Minnet duydum. Bugün Gezi hakkında dile getirilen olumlu görüşlerin hemen hepsini, daha o ilk günde dile getirdim.
Kendimi sevmeyi severim de, burada, bu tür platformlarda değil. Yine de böyle bir girişe ihtiyaç duyduysam sebebi var, bağışlayın.
Gezi olmasaydı… Yani Erdoğan Taksim hakkındaki çılgın projesini tatbik etmeye kalktığında bir direnişle karşılaşmasaydı veya direniş çadırlar yakılır yakılmaz sönüp gitseydi… İktidar şimdi girdiği yola girmeyebilirdi. Türkiye Erdoğan’ın bozulan psikolojisinin yol açtığı ağır bedelleri ödemek zorunda kalmayabilirdi. Böyle akıllar yürütülüyor ve ben de katılıyorum.
Ancak bu tür akıllar, hep, çok mühim bir şeyi ıskalıyor. Türkiye bir bünye. Çok çeşitli unsurların bir bütünlüğü. Gezi Erdoğan’ın psikolojisini bozdu ve bugün hâlâ düzelmedi o psikoloji. Ama Türkiye Erdoğan’dan ibaret değil ve Erdoğan dışındaki unsurlarda müthiş bir değişime yol açtı Gezi. Erdoğan öyle veya böyle gittikten sonra da Gezi’de öğrenilmiş olanlar kalacak. Erdoğan’ın yapıp ettiği zırvalıklar görünüyor, neredeyse elle tutulacak kadar somut. Gezi’de öğrenilenler ise soyut. Görünmüyorlar ve görünmedikleri için de hafife alınıyorlar/dı.
Bu arada, bir memleketin kaderinin bir adamın psikolojisine endeksli hale gelmesinin/getirilmesinin maliyeti hakkında da bir yığın tecrübe birikti. Eğer Türkiye’nin bir istikbali varsa, o tecrübe de kıymetli bir şey olacak.
Bu uzun girizgâhtan sonra söyleyeceklerimi hanidir söylemek istiyordum, Dinçer Demirkent’in bugünkü Duvar’da yer alan yazısı iyi bir altlık sağlıyor.
Bildiğiniz gibi, bugünkü iktidarın Cumhuriyetin bundan önceki fazları ile benzerliklerine vurgu yapıp duruyorum. Ama arada bir fark da var. Bir defa bir derece farkı var. Yani mesela Kavala hadisesindeki pervasızlık, iğrençlik, daha önce sıklıkla şahit olduğumuz bir şey değil. O derece tiksinti verici işler yapıldığında bile —iğrençlik ne kadar izin veriyorsa o ölçüde de olsa— bir üslup, bir incelik, en azından ince bir hesap kaygısı güdülüyordu. Bugün üslupsuz, zevksiz, vasıfsız bir heyetin elindeyiz. Üslup, zevk ve vasıf kazanma şansları olmadığını da hissettikleri için, üslupsuzluğu, zevksizliği, vasıfsızlığı bir marifet gibi pazarlamaya çalışıyorlar.
Evet, bugünkü iktidar ile bundan öncekiler arasında bir derece farkı var. Ama bir de mahiyet farkı var, hissediyordum ama adını koymakta müşkülat çekiyordum. Geçende birileri ile sohbet ederken, meselenin —Demirkent’in bağlantısını verdiğim yazısında da değindiği gibi— kültürel iktidar alanına bakılarak anlaşılabileceğini hissettim.
Cumhuriyet, 29 Ekimleri, 23 Nisanları filan devletin mülkiyetine geçirmiş, Andımız filan gibi ritüeller icat edip dayatmış, Fazıl Hüsnü gibilerini öne fırlatmaya çalışmıştı. Ama bir yandan da, istemese de, insanların dünyada olup biten ile rezonansa geçmesine sebep oluyordu. Kültürel iktidarı o insanlar ürettiler.
Bir misal üzerinden gidecek olursak, Hürriyet gazetesi en iyi misal olabilir. Berbat bir gazeteydi ama Batıdaki gazetelerin serencamına paralel bir serencamı vardı. Daha kuruluşunda, Batıdaki medya patronlarının medya sahibi olmaktan kasıtları neyse, o kasıtla kurulmuştu. O gazeteler hayatta kalmak için ne yapmak zorunda kalmışlarsa, hangi teknolojik imkânları nasıl kullanmak zorunda kalmışlarsa, benzer reaksiyonları sergiledi. Neticede, Batıdaki/dünyadaki muadilleri gibi bir şey oldu. Elbette Türkiye’deki versiyonu biraz daha sulandırılmış, biraz daha sığ filandı ama… Şu kadar da satıyor, memleketin gündemini tayin ediyordu.
Hürriyet’i, hele de Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’ini hayatımın herhangi bir safhasında sevmedim, olumlamadım. Ancak bir vakıa idi. Kimsenin görmezden gelemeyeceği bir şey. Bir özne. Kimse de görmezden gelmiyordu zaten.
İşaret etmek istediğim şu ki, şimdi de Hürriyet var ve kimse eleştirmeye bile tenezzül etmiyor.
Neden?
Çünkü Hürriyet artık bir özne değil. Herhalde Erdoğan her sabah gazetenin yayın toplantısına video konferansla katılıp manşeti, muhtevayı filan belirlemiyor. Ama göbekleri Erdoğan’a bağlı birileri, “Erdoğan yayın toplantısında olsaydı ne isterdi” diye düşünüp, ona göre kararlar veriyor. Erdoğan da zaten öyle davranacak olanların oralarda bulunmasına izin veriyor. Dolayısıyla ortada bir özne, ne yapacağı merak edilen bir şey kalmıyor.
Buradan çok şey çıkabilir, dehşet, şiddet, kan, gözyaşı, korku… Çok şey… Ama kültürel iktidar çıkmaz. Hayal, heves, neşe, ümit, fikir çıkmaz.
Artık başa dönebilirim. Bir dönem AKP’den milletvekili de olmuş biri, Gezi hakkındaki tespitlerimin benzerlerini 15 Temmuz sonrasında devlet zoruyla gerçekleştirilen şovlar için tekrarlamıyorum diye içerlemişti. Anlamayacak biri değildi ama ahlakı sükût ettiğinden anlamak işine gelmiyordu, Gezi gönüllü bir şeydi. 15 Temmuz sonrası sahneye konan şov ise devletin 29 Ekim şovlarının ucuz bir taklidi… Gezi aşağıdan yukarı bir şey idi, ötekiler yukarıdan aşağı…
Bugünkü iktidarın öncekilerden mahiyet farkı da burada ortaya çıkıyor işte. Cumhuriyetin önceki iktidarları, aşağıdan yukarı yükselen şeylerin birçoğuna şiddetli tepki gösterdiler, birçoğunu doğmadan öldürdüler ama aşağıdan yukarı yükselen her şeye kategorik olarak karşı değildiler. Erdoğan, aşağıdan yukarı yükselen her şeye kategorik olarak karşı ve her şeyi —en azından kendi kanadında yükselebilecek her şeyi— bastırabilecek kadar gücü elinde topladı. Gezi ile derdi sadece Taksim hayalinin akim kalmasından kaynaklanmıyor, aşağıdan yukarı olan şeylerin kendisi için ne kadar büyük tehdit olduğunu bilmesinden kaynaklanıyor.
Kültür devletin değil toplumun malıdır, kültürü toplum imal eder.
Ve tek başına bu vaka bile, Erdoğan’ın popülist olmadığının, popülizm yapmadığının delilidir. O, kültürü yapacak toplumu tasarlamak istiyor, mevcut olan toplumun üzerinden bir şey yapmak değil. Toplumu, hatta kendisine oy veren kesimleri de dâhil olmak üzere, sevmiyor, beğenmiyor. Neyin popülizmi!