Karafatma

Cemal Tunçdemir T24’te “Büyük Resmi Kimler Görebilir” diye sormuş. Siz onun yazdıklarını okumadan hemen cevaplayayım, elbette ben.
Şöyle oldu mesela…
Kendi haline bırakılırsa dünyayı parmağında oynatacak dehalarla dolu olan Türkiye, bildiğiniz gibi, yüzlerce yıldır küresel güçlerin hedefinde. Zengin ve bereketli Türkiye’nin iliğini sömürerek hayatta kalan işbu güçler, muhtelif işler işledikten sonra, 1990’lara gelindiğinde, bir başka adamlarını, Erdoğan’ı memleketin başına getirmek için tezgâhlarını kurmuşlar ve nihayet 2002’de de hedeflerini gerçekleştirmişlerdi.
(Bu arada, siz bilmezsiniz ama ben kendi gözlerimle gördüm. Yok, ben görmedim de bizim amcaoğlunun New York’ta taksicilik yapan bir arkadaşı var o görmüş, Küresel Güçlerin Merkezindeki Yılın Personeli panosuna, Erdoğan projesindeki başarısı sebebiyle, o projeyi akıl edenin fotoğrafı asılmış.)
İşler, bildiğiniz gibi, uzunca bir süre Küresel Güçlerin istediği gibi gitti. Ancak memleketimin dâhileri arkaplandaki oyunu deşifre etmeye başlayınca, 2010’ların ortasına doğru yeni bir tezgâh kurmak gerekti. Bir yandan Gezi’yi sahneye koyarken, öte yandan da, Erdoğan’la birlikte oturup, Erdoğan sonrasının planlarını yapmaya başladılar ve… İmamoğlu’nu buldular. Kendisini gözlerden ırak bir ilçede staja tabi tuttular. Baktılar malzeme iyi, bu maya tutacak…
(Eh, Küresel Güçler öyle çalışır, işi şansa bırakmaz. Sizin zannettiğiniz gibi “şu olsun” deyip yola çıkmaz. İrice bir holdingde bile bir yere yükseltilecek olan önce daha düşük makamlarda pişirilirken, koskoca Türkiye’nin başına hazırlanacak adamı pat diye… Olacak iş mi?)
Neticede Erdoğan sonrası için İmamoğlu’nda karar kılındı ve onun hazırlanması vazifesi de Küresel Güçlerin Türkiye’deki en mutemet adamı olan Erdoğan’a tevdi edildi. Elde denenmiş ve kusursuzca işlemiş bir plan vardı. Bu plan uyarınca İmamoğlu’nun önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı yapılması kararlaştırıldı. Sonra mağdur edilecek ve… Ama zaman sıkışıktı, mağduriyeti biraz öne çekmekte bir mahzur yoktu. 31 Mart’ta seçim başa baş bitirildi, iptal edildi. Sonra işte biliyorsunuz, Pontus, Ordu Valisi filan derken… Üstüne “Muhtar bile olamaz” manşetlerinin yerine “seçilse de o koltuğa oturamaz” demeçleri. Sonra —sanki Büyükşehir Belediye Başkanı olmak için diploma lazımmış gibi— diploma manşetleri.
Ya…
Siz zannediyorsunuz ki İmamoğlu Erdoğan’ın koltuğunu tehdit ediyor. Hâlbuki bizzat Erdoğan eliyle Erdoğan’ın yerine hazırlanıyor. Yoksa, kendisinin çıktığı basamakların tıpkılarının aynısını ne diye rakibinin önüne döşesin Erdoğan? İlahi sizler, çok safsınız.
***
Neyse…
Kabiliyetim ölçüsünde ironi yapmaya çalıştım. Asıl derdim, Cemal Tunçdemir’in yazısına dikkatinizi çekmekti. Mesela Goodhart Yasası diye bir şeyden haberim yoktu, öğrendim. Elbette biliyordum, mesela siz belirli bir ölçüm aracı geliştirip kademeler arası geçişte onu kullandığınızda artık o araç çalışmaz —istediğiniz vasıfta öğrencileri seçemez olursunuz. Veya “üniversitede kaliteyi yükselteceğim” deyip bir takım cetveller geliştirdiğinizde, kaliteyi ölçülemez kılarsınız. Filan. Biliyordum ve yazdım bunları da… Böyle bir bilginin Goodhart Yasası adıyla kodlanmış olduğunu bilmiyordum.
***
Gelelim günümüzün meselelerine…
Atılgan demiş ki, “Örtülü hanımlara ‘karafatma’ diye saldıran manyaklar, artık CHP’nin sorunudur. CHP, İmamoğlu rüzgârı ile bu manyakları tedavi ve terbiye etmekle mükelleftir.”
Birer ön tespit olarak hatırlatmam gerekiyor: (a) CHP denen teşkilata pek sempati duymadığıma, bu blogun arşivleri şahittir ve (b) birilerine ‘karafatma’ diyebilen insanlar hakkında da pek iyi niyet beslemediğim herhalde malumdur.
Ama…
Mezkûr insanlarla uğraşmak neden CHP’nin sorunu olsun? Onları “tedavi ve terbiye” edilecek şeyler olarak görmek neden meşru? Bu iş neden CHP’nin mükellefiyeti? Filan…
Diyebilirdim ki, “alınları secde görüyor diye kendilerini Allah tarafından seçilmiş, tasdik edilmiş gören, dolayısıyla da başka herkesin malını, canını, ırzını kendilerine helal gören zevzekler neden tedavi ve terbiyesi gereken şeyler olarak görülmüyor, neden onlarla ilgili faaliyetler AKP’ye ihale edilmiyor, neden bu husustaki başarısızlık AKP’ye fatura edilmiyor?” Filan.
Diyebilirdim ama demeyeceğim. Çünkü o dense de aynı biçimde karşı çıkardım.
Mesele şu: Hoşlanmadığı kadınlara “karafatma” diyen kadınlardan hoşlanmam. O kadınlarla, tabiri caizse dövüşmek, benim işim —yani onlardan hoşlanmayanların işi. Tıpkı kerameti kendinden menkul din polisleriyle dövüşmenin de benim/bizim işimiz olması gibi. Sınıf bilincinden mahrum ve bilinçsizliği yüzünden sömürülen işçilerin tutum ve davranışlarından hoşlanmayanlar da o işçilerle dövüşür. O işçiler ve ben de onlarla “siz kim oluyorsunuz” diye dövüşürüz, filan. Suriyeliler, Kürtlük, 1915 ve daha ne varsa her bir mevzu hakkında her birimizin kendince doğruları var. Gücü yeten, cesareti olan, kendi doğrularını önündeki tezgâha koyar, karşılıklı tartar —yani tartışır— dururuz. Filanca kendisinin falanca konudaki doğrusunu gözden geçirmeye mecbur kalır, geçirir.
Veya geçirmez. Bize ne? Belki adam yanlış olmaktan hoşlanıyor…
Siyasi partileri hepten manasız teşkilatlar olarak görüyor değilim. Ama bizden bağımsız, orada kendi başlarına var olan, belirli doğruları temsil eden, belirli görevlerle görevlendirilmiş unsurlar değiller. Doğrularının benim veya başkasının doğruları ile çakışması, neredeyse olmayacak iş. Çünkü sayısız vektörün bir bileşkesinden ibaretler.
Kendi hesabıma, siyasi partilerden biricik beklentim, benim doğrularımı müdafaa edip, benim rakiplerimin sırtını benim yerime yere getirmesi değil. İçinde, benim kendi doğrularımı müdafaa edebileceğim bir mekanizmayı kurmaları, işletmeleri ve bakımını yapmaları. Bu işi yapmıyorlar/yapamıyorlar. Problemlerimiz buradan kaynaklanıyor.
Yani?
Tam da Atılgan’ın dediği türden vazifelerle kendilerini vazifeli hissediyor olmalarından. Benim işimi benim yerime yapmaya kalkıyorlar ve fakat kendi işlerini yapmak konusunda herhangi bir niyetleri yok. Benim naçizane talebim, Atılgan’ın talebinden çok farklı olarak, başı örtülü kadınlara ‘karafatma’ diyenlerle ben dövüşürüm, araya girmesinler. Ama bu işi medeni sınırlar içinde yapabilmem için gereken şartları sağlasınlar, müdafaa etsinler.
İmdi…
Atılgan, kadının biri hakkında “tedavi ve terbiyeye muhtaç” diyecek ama o kadın başkaları hakkında ‘karafatma’ diyemeyecek. Benim adabımca, yok öyle şey. Yani Atılgan’la da dövüşürüm. Sonra, kendisine ‘karafatma’ dendiğinde CHP’nin veya Erdoğan’ın veya Atılgan’ın arkasına saklanıyorsa eğer, o kadınla da dövüşürüm. Ve fakat, elbette farkındayım, kendisine ‘karafatma’ denen kadının, ona ‘karafatma’ diyenin, Atılgan’ın, Mine Kırıkkanat’ın, İmamoğlu’nun, Kılıçdaroğlu’nun, Erdoğan’ın imkânları birbirinden çok farklı. Dolayısıyla her birine yaklaşımım da kendi adabımca farklı olur. Başkaları böyle bir farkı gözetmez, benim gözetmediğim farkı gözetir. O da onların adabı.
Filan…
Biz böyle, birbirimizin sınırlarını çizecek şekilde davranabiliyor muyuz? Davranamıyoruz. Araya her daim, her bir şeyi bizden daha iyi bildiklerini iddia eden büyük abiler giriyor, bizi tedavi ve terbiye etmeye kalkıyor.
İş çığırından çıkabilir, tedbir almakta fayda var. Kuralsız bir oyundan söz etmiyorum. Ama bir oyundan söz ediyorum. Birine ‘karafatma’ demek suç mudur? Suçsa, yani kurallara aykırı ise, onun hesabını görecek olan CHP filan değil. CHP’nin böyle bir meselesi veya mükellefiyeti olmadığı bir yana, haddi bile değil. Suç değilse, oyunun kurallarının içindeyse, o vakit de iş CHP’nin işi değil, sahada oynayan bizlerin işi.
Bitirmeden şunu da diyeyim, bir vakittir doğrudan veya dolaylı olarak şu “politik doğruculuk” mesaisiyle de uğraşıyorum, fark eden etmiştir. Yahu bu kadar sükûn içinde bir sosyal düzen hayal etmeyin. Biraz dövüşmekten kimseye zarar gelmez. Birbirimizin canını biraz yaksak dünya yıkılmaz. İnsanın canının yanması iyidir. Elinizi sobaya değdirirseniz eliniz yanar ama o sayede öğrendiklerinizle sobayı kucaklamak gibi bir manasızlıktan da kurtulursunuz.
Ve elbette… Elini sobaya değdirerek —veya değdirmeden, müthiş bir zekâ sahibi olduklarından— sobaya dokunmamak gerektiğini öğrenmiş, sonra da bize öğretmeye kalkan, öğrenmiyoruz diye bize içerleyen, sonra da o içerlemeden mustarip olup insan türüne küsen zevata da söylediklerimi tekrarlayayım: Siz az ötede oynayın, benim biraz faullü oynanmasına itirazım yok. Hani futbol için “bu erkek oyunu” denir ya, bu oyun da insan oyunu. İnsan öyle öğrenir. Oynarken üstünü başını kirletir biraz, herkes sizin gibi pirüpak kalmak zorunda değil.