Piyasa Değilse KPSS

Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisine asistan olduğumda dikkatimi ilk çeken şeylerden biri, Akademinin telefon rehberinde aynı soyadını taşıyan insanların çokluğu idi. Çok geçmeden öğrendim ki, Büyükerşen, personelin kuruma bağlılığını pekiştirmek amacıyla, herhangi bir pozisyon doğduğunda, personelin yakınlarına öncelik veriyordu. Bu metotla, yetiştirdiği elemanların başka kurumlara kaçışını da zorlaştırmayı amaçlıyordu.
Çok geçmeden öğrendim ki Endüstri Mühendisliğine asistan alacaklarında, üç kişiye ihtiyaç olduğuna hükmedilmiş. Eskişehir’in köklü ailelerinin üçünün çocuğu da hazırmış. Ancak dönemin Bölüm Başkanı “böyle üniversite olmaz, üniversite dediğin dışarıdan kan alıp vermeli” diye diretmiş, sayı altıya çıkarılmış. Üçü Büyükerşen’in istediği, üçü ise dışarıdan gelecek kişiler olmak üzere… Ben böyle asistan oldum.
İdeal piyasa diye bir şey yok. Büyükerşen’inki piyasaya bir müdahale. Bölüm Başkanınınki de kendi perspektifiyle bir başka müdahale.
Mesele şu ki, piyasanın yanında saf tutmak için onun ideal piyasa olması şart değil. İlaveten piyasanın ideal olması, yani kusursuz tercihler yapılmasını sağlaması da şart değil. Sözünü ettiğim asistan piyasası, görüldüğü gibi, az veya çok kudret sahibi olanların çarpıttığı bir piyasaymış. Benim gibi birini tercih ettiğine göre, çok doğru tercihler de yapmayabiliyormuş.
Ama…
Şimdi karşı tarafa KPSS’yi koyalım. Büyükerşen’i de, Bölüm Başkanını da devre dışı bırakan merkezi sistemi. Piyasa ortadan kalktı.
Beni bilen biliyor, KPSS’ye daha ilk günden karşıydım. Ama memleketimdeki piyasa düşmanlığının, piyasaya düşmanlık yapma işinin bütün ideolojik kesimleri kat ediyor olmasının bir neticesi olarak, neredeyse hiç sorgulanmadan hayatını sürdürüyor. Cemaatin onu kullanarak devleti ele geçirmeye kalkması bile, KPSS hakkında bir tereddüt uyandırmadı.
Mesele şu: Piyasa öldü ve kurumlar da…
Akşam’da yazarken KPSS hakkında birkaç yazı yazdım. Birine şöyle başlamıştım:
“Allah göstermesin, evinizde bir yangın çıkar da itfaiyeciler müdahale etmeyi beceremezse, veya hastanızı emanet ettiğiniz hemşirelerden biri akla sığmaz beceriksizlikler sergilerse, aklınıza KPSS gelsin. Veya bankonun öte yanındaki memura basit talebinizi tarif edemediğinizde… Bugün Türkiye’nin devlet dairelerinin büyük bölümü, fiilen çökmüş durumda. Bu çöküşün muhtelif sebepleri var elbette ama en önemlilerinden biri, insanlar ile işleri eşleştirme işinin KPSS gibi ruhsuz bir mekanizmaya devredilmiş olması.
“Çok lafa lüzum yok, KPSS’yi uygulamakla görevli olan ÖSYM’nin başkanı Ünal Yarımağan’a kulak vermek kâfi. Yeni icat sınavlarla neredeyse her hafta sonu bir merkezi sınav yapılan ülkemizde, bir yığın sınav düzenlemek zorunda kalan kurumunun mevcut kadrosunun sayıca yetersiz kaldığından şikâyet ettikten sonra, KPSS’yle eleman almayı kabul edemeyeceklerini söylüyor. Neymiş, iki fazla soru çözdü diye birileri ÖSYM’ye alınamazmış. İşe alacakları kişinin ÖSYM’de çalışmaya uygun olup olmadığına karar vermeleri lazımmış.
“Siz işinizin itfaiyeye, hastanelere filan düşmemesi için dua edin, en iyisi.”
***
İmdi…
KPSS gibi bir icadı matah bir şey olarak görebilmek için, insanın sayısız örtük varsayıma sahip olması lazım. Mesela… Diyelim üniversiteye bir asistan alınacak. O asistanın hangi vasıflara sahip olması gerektiğinin bilinebilir olduğunu varsaymak lazım. Yetmez, ölçülebilir olduğunu varsaymak lazım. Yetmez, o vasıfları yerel karar vericilerin muhtelif sebeplerle değerlendiremeyeceğini varsaymak lazım. Yetmez, merkezi bir değerlendirmenin yerel karar vericilerden daha müessir olabileceğini kabul etmek lazım. Yetmez, falanca üniversitenin ihtiyacı ile filanca üniversitenin ihtiyacının, falanca departman ile filancanın ihtiyacının aynı olduğunu varsaymak lazım. Daha da lazım da lazım.
Yani, yanında çalışacağınız profesör adaylar arasından en uygununu seçemiyor veya seçmiyor ama merkezi bir yansız sistem seçebiliyor gibi…
Hâlbuki bir adayın bir pozisyona uygunluğunun sayısız kıstası var. Sadece fazladan iki soruya cevap vermekle tespit edilemeyecek vasıflar. Mesela Büyükerşen’in önemsediği anlaşılan kuruma sadakat önemli bir mevzu. İş arkadaşlarıyla uyum belki de en önemli mevzu. Uyum derken de… Mesela departmandaki herkes fazla itaatkâr ise, biraz isyankâr biri havayı daha olumlu istikamette değiştirebilir, herkes isyankâr ise biraz daha disiplin sever biri daha iyi olabilir. Mesele asistanlıksa mesela, bilmekten daha mühimi merak etmek, öğrenmeye yatkınlık. Merkezi bir sistemle nasıl ölçeceksiniz?
Böyle onlarca kıstas sayabilirim.
KPSS öncesinde, mesela bizi işe alırken, kimi işe alacaklarına karar veren özneler bütün bu kıstasları biliyorlar mıydı? Bunları sağlıklı bir biçimde ölçebiliyorlar mıydı? Şüphesiz hayır. Her birinin kendince farklı öncelikleri vardı —Büyükerşen ile Bölüm Başkanının öncelik farkları gibi. Ama bu tür kararlar, genellikle, bir kişi tarafından değil bir heyet tarafından veriliyordu. Her heyette, daha önce benzer kararlar vermiş, verdiği kararların neticeleriyle birlikte yaşamış birçok kişi de yer alıyordu. Daha mühimi, o heyettekiler, yine, yaptıkları tercihlerin neticeleri ile birlikte yaşayacaklar, yaptıkları tercihlerin mesuliyetine katlanmak zorunda kalacaklardı.
Şüphesiz tam anlamıyla özgür de değildiler. Çok sayıda kayırma talebi de geliyordu. Bazıları reddedemeyecekleri taleplerdi. Dolayısıyla pek çok pozisyona, karar veren heyetin bile içine sinmeyen kişiler yerleştiriliyordu. Ama piyasayı bozan bu unsurları tespit edip onları asgariye indirmek filan gibi şeyler yerine, piyasayı ortadan kaldırmak kolayca kabul gördü.
Gördü de ne oldu? Kayırma fabrikasyon hale geldi.
Ama bence asıl mesele KPSS gibi merkezi sistemlerin istismarı toptanlaştırma riskinden daha mühim. Hayat, akademiye asistan seçme süreçlerinde iç içe geçen sayısız ince iplikten dokunmuştu, yukarıda değindiğim gibi. Karar verici heyete seçilmek bir takım özellikler gerektiriyordu. Seçilenlerin tecrübeleri bir mana taşıyordu. Heyetin adaylarla ilişkisi her iki taraf için de öğreticiydi. Seçenler seçtikleri ile aynı mekânda yıllarca yan yana çalışıyorlardı ve her iki taraf da karşısındaki hakkındaki kanaatlerini, o kanaatlerin değişimini içselleştirerek gelişiyordu. Kazanan ve seçilen adaylar nesnel bir sistemin muzafferleri olmadıklarını, başka türlü bir heyetin karşısında belki de seçilemeyeceklerini biliyorlardı. Dolayısıyla kaybeden adaylar için hayatın sonu değildi, başka bir heyet olsa belki de onlar seçileceklerdi.
Şimdi bunların hiçbiri yok.
Çünkü tek bir fırça darbesiyle âlemi düzgünleştirivereceğini vehmeden küstah otoriteler, yukarıdan… Anladınız siz onu.
***
Kayırma var mıydı? Vardı. Kötü bir şey mi? Kötü bir şey.
Mesele, KPSS gibi merkezi çözümlerin kayırmayı ortadan kaldıramamış, kaldıramıyor olması değil. Mesele, kayırmayı, kötü bir şeyi ortadan kaldıracağım iddiasıyla yapılan ve akli görünen bir müdahaleyle piyasanın giderilmesinin yol açtığı kayıpların görünmez olmasında. Yani piyasanın, ideal olmayan, çok da doğru çalışmayan bir piyasanın bile esasında ne çok iş yapıyordu olduğu görünmüyor, görülemiyor. Dolayısıyla masasının başında oturmuş, dünyanın muhtelif dertlerinden fena halde dertlenen, herkesten, hepimizden çok dertlenen fevkalade iyi insanlar, son derece iyi niyetle, apaçık görünen bir fenalığı ortadan kaldıracağım diye… Hayatı hayat yapan bir yığın ince dokunmuş şeyi de imha ediyorlar. Ama o ince dokunmuş şeyleri görmüyordu olduklarından, neyi imha ettiklerinin de farkında olmuyorlar.
Sonra?
“Ulan ne güzel iş yaptım, ne güzel bir sistem kurdum ama yine bir yığın fenalık… Bu insanoğlu pek fena azizim, şimdi şu fenalıkları da imkânsızlaştıracak yeni sistemler düşünmek de bana kaldı iyi mi” diye… Yine kahırlara gark oluyorlar.
Bugün misal lotosu Akademyaya vurdu. Akademyaya KPSS marifetiyle alınanlar bir işe yaramıyorlar —işe yaramaz olduklarından değil, geçmedikleri tornalardan geçmemiş olduklarından. Kurumun düşen kalitesini yükseltmek kastıyla, bu defa da merkezi terfi kriterleri devreye giriyor. Yani muhtelif insanların karar problemleri merkezi bir sisteme devrediliyor ve bilgiişlem ihtiyacı da ortadan kaldırılıyor.
***
E, iyi ama… Dünyada sahiden de bir yığın fenalık var. Onlarla dövüşürsek başka fenalıklar çıkacak diye, öyle, ellerimiz kollarımız bağlı oturalım mı?
Elbette öyle bir teklifim yok.
Teklif ettiğim şey, en başta gerçeğe saygı. Ulu, yüce hayaller kurmak iyi bir şey olabilir ama suyun şu tepeyi aşıp arkasına geçmesinin biricik yolu tepeyi ortadan kaldırmak değil. Su, tepenin yamacındaki uygun eğimli yerlerden dolaşıp da yol alabilir. Alıyor zaten. Yoldaki taşları temizlemek işe yarayabilir.
Teklifimin esas unsuru, piyasayı yaygınlaştırmak ve derinleştirmek. Yani? Daha çok kişinin kendisini ilgilendiren kararların daha çoğuna daha müessir olarak katılmasını sağlamak. Piyasayı yok etmenin tam tersi istikameti işaret ediyorum yani. O daha çok kişinin kendisini ilgilendiren kararlarda yaptığı tercihlerdeki acemiliğe, hatalara filan sağırlaşıp, meseleyi insanların iyiliğine, kötülüğüne, akıllılığına, aptallığına getirmeden, sistemi onların katılımını genişletecek ve derinleştirecek şekilde iyileştirmek.
Yani, somut misallerimizin diline tercüme edersek, “ama filanca heyet de çok yanlış tercih yaptı, şu herif asistan olabilir mi” veya “falanca kendi komşusunu işe alabilmek için kırk takla attı” gibi gerçeklere takılmadan, o şekilde ortaya çıkan hataları içe sindirerek, o hataları minimize etmek için daha çok kişiyi yükün altına dürmenin yollarını arayarak yol almak gerekiyor bence.
Bunu yapabilmek için insanlara güvenmek, insanlardan korkmamak gerekiyor. Kurumlarına asistan almakla görevlendirilmiş bir heyete, doğru kişiyi seçip seçmediklerinden bağımsız olarak güvenmek. Onların elini güçlendirmek için —mesela kayırma taleplerine direnebilmelerini sağlamak için— gereken nelerse onları düşünüp bulmak ve yapmak.
Filan.