Popülizm, Kutuplaşma ve Diğer Şeyler

Dünyada tuhaf şeyler oluyor. Olup bitene bakıp “hmm, bu hastalığı biliyoruz, adına popülizm deniyor, derhal bürokrasi kürü lazım” diyenler, laboratuvar tahlillerine baktıklarında da hiç sektirmiyorlar: “Hmm, öyle görünüyor ki fena halde kutuplaşma başlamış, behemehâl yatıracak, kutupları alacağız.” Yetersiz beslenmenin, temiz içme suyundan mahrum olmanın, erken yaşta evlenip genç yaşta dört doğum yapmış olmanın norm olduğu dönemlerde teşhis edilmiş ve tıp literatürüne kaydedilmiş rahatsızlıklar, obezitenin, aşırı konforun ve hareketsizliğin, bekâr ölmenin norm olduğu dönemdeki semptomları adlandırmak için kullanılıyor.

Tartışma yoğun. Bizde de yoğun, uluslararası malzemeye vakit ayırmıyorsanız bile tartışmanın yoğun olduğunu biliyorsunuz.

Tartışma dedimse…

“Ay ama popülizm fena bir şey. Demokrasi fazla geldiyse demek. Şurasından kırpsak da bize de bildik bir yer açılsa…” Veya… “Kutuplaşma çok fena, bildiğiniz gibi değil. Böyle kutuplaşınca, toplum çok yakışıksız yerlere sürüklenebilir, siz usulca bize yanaşırsanız kutup filan kalmayacak, huzura ereceğiz…”

Maruz kaldığımız akıllar, az çok böyle. Dünyada da durum çok farklı değil. Mesela The New York Times akılları da çok farklı görünmüyor. Yine de, hatta NYT’de bile, makul laflar edilebiliyor. Makul dedimse, bana göre teşhisleri daha geçerli manasında demiyorum, üzerinde emek harcanmış, dolu dolu yazılar yani… Daha ciddi mecralardaki daha ciddi yazılar için de az çok aynı hisse sahibim: Sıkıntı, dünyanın yeni şartlarından neşet eden nevzuhur hastalıklara bildik hastalıkların yeni versiyonlarıymış gibi davranmakla büyüyor.

***

Tartışmaları, gerçekte yapıldığı yerlerden Türkiye’ye taşıyalım —daha kolay anlaşabiliriz. Erdoğan popülizm mi yapıyor? Yani mesela sıradan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için iyi olan iktisadi bir program teklifi mi var? “Ananı da al git” diyen, “EYT gündemimizde yok” diye ısrar eden bir adamdan söz ediyoruz. Ya peki, sıradan insanın sosyal/kültürel hassasiyetlerini mi gözetiyor? Doğu Karadeniz derelerine HES’ler kurulurken direnenler bu ülkenin seçkinleri idi de, bölgenin köylüleri memnun mu oldu yapılıp edilenden? Suriyeli mülteciler konusundaki tutumu hangi sıradan insanın onayını alıyor?

Erdoğan otoriter biri, popülizm filan yapmıyor. Erdoğan’ın yapıp ettikleri kimsenin lehine değil. Ama Erdoğan’ın otoriter rejimi yüzünden birileri iktidarını kaybetti. İktidarını kaybeden elitler, o iktidarı tekrar ellerine geçirebilecekleri ümidini kaybettikleri ölçüde, “ah, eğer popülizm olmasaydı iktidar hâlâ bizim elimizde olacaktı/olmalıydı” diye sızlanıyorlar.

Yani?

Kendileri iktidar mekanizmasının dışında tutulmuş geniş yığınlar vardı. Onlar Erdoğan sayesinde iktidara ortak filan olmadılar/olamadılar ama kendilerini iktidar mekanizmasının dışında tutan, bundan zevk alan, kendi varlık sebeplerini o yığınları iktidardan uzak tutmakta bulan, biçimsiz, manasız bir elit kesimin iktidarını kaybetmesine sebep oldular. Erdoğan sıradan insanlardan mamul yığınları iktidara ortak kılmadı, iktidarın kendi tabii hakları olduğuna iman etmiş hadsizlerin ortaklıklarını iptal edip, bütün hisseleri kendi elinde topladı.

Yukarıda bağlantısınnı verdiğim Thomas B. Edsall imzalı NYT makalesi, daha başlığından soruyor, “Politikada fikirler mi savaşıyor, yoksa onlara karşı biz mi?” diye. Beni bilen biliyor, uzun süredir fikirlerin, perspektiflerin politik arenada ağırlıklarını kaybettiğini, geriye bir tür kabile savaşı kaldığını iddia edip duruyorum. Ve fazladan, “ama bu kabile savaşı” diyenlerin de, tıpkı karşılarındakiler gibi, esasında tam da bir kabile gibi davrandığını düşünüyorum.

Yani?

Evet, Erdoğan’a oy verenler Erdoğan’ı, eğer varsa Erdoğan’ın fikirlerini filan onayladıklarından değil, sadece ondan nefret edenlerin canını yakmak için Erdoğan’a oy veriyorlar. Ama karşılarındakilerin de esas derdi Erdoğan’la filan değil, Erdoğan’a oy verenler ile… Onların değerleri, alışkanlıkları, hayat tarzları, anlam haritaları ile… Erdoğan’ı yenmek değil hedefleri, en hafifinden bakarsak Türkiye’yi Ortadoğu bataklığından uzaklaştırıp Danimarka filan gibi bir şey yapmak, en ağırından bakarsak ise onları kısırlaştırıp nesli ıslah etmek…

Edsall iyi emek harcamış. Başlıktan da “onlara karşı biz mi” diye sormuş. Fazladan “ay ama böyle olmaz ki, aynı gemideyiz, gelin bizim yanımıza kardeş kardeş yaşayalım” edası da yok. Yine de bence makalesinde yer yer görünen muhtelif işaretleri okumak yerine, eskimiş ve geçersizleşmiş kavramlara fazla itibar gösteriyor.

Mesela, Leonie Huddy’den alıntıyla diyor ki, “Demokratlar ve Cumhuriyetçiler partilerine bağlanıyor değiller, aksine sosyal, ahlaki ve ait oldukları gruba bağlı değerler itibariyle aralarında var olan farklılıklar giderek derinleşiyor.” Örnek olarak, eğer Cumhuriyetçi Parti kürtaj karşıtı pozisyonundan geri adım atarsa, Cumhuriyetçi seçmenler kürtaj karşıtlığını koruyacak, partiye olan bağlılıkları gevşeyecektir. Demokrat Parti kürtaj konusundaki tutumunu değiştirirse Demokrat Partiyi destekleyen feminist bir kadının desteğini sürdüreceğini hayal etmek güçtür.

Öyle midir gerçekten?

Erdoğan Kürt açılımı yaptığında onu destekleyenler, Kürtlere savaş açtığında da desteklemeyi sürdürdüler. Hadi Kürt meselesi zaten memleketin en çok kaşınan yarasıydı, gösterge olamaz diyelim, Cemaati desteklerken Erdoğan’a itiraz etmeyenler, aynı Cemaati şeytanlaştırdığında da Erdoğan’ın arkasında durdular. Güya kimliklerinin en tayin edici unsuru İslam olan yığınlar, İslami bir Cemaatin şeytanlaştırılmasında herkesi sollayıp geçtiler.

Benzeri durumların ABD’de mümkün olduğuna kalıbımı basarım. Kürtaj meselesi öyle paketlenebilir ki, bugün kürtaj serbestisine dokundurtmayacak olanlar, kürtajın en ciddi insani suç olduğunu müdafaa eder duruma gelebilirler. İhtiyaç duyduklarında kürtaj yaptırırlar, o ayrı —zaten şimdi de kürtaj karşıtı Cumhuriyetçi kadınların önemli bir bölümü, ihtiyaç duyduklarında kürtaj yaptırıyorlar. Kürtaj, Kilisenin de desteğiyle, Hıristiyan öğretisinin onayladığı bir şey haline getirilebilir ve şimdi kürtaj karşıtı olanlar, İsa adına kürtaj yanlısı olabilirler.

Demem o ki, kürtaja karşı veya kürtaj serbestliğinin yanında olmak ile kürtaj yaptırmak ve yaptırmamak arasında çok fark var. İstenmeyen bir gebeliği sonlandırma kararıyla karşı karşıya kaldığında, bir kadının kafasının içinde dolaşan seçenekler, hemen her durumda karmaşık bir hikâyedir. Ama ilke bazında kürtajın karşısında olup olmama hali, son derece sade, hayatın karmaşıklığını temsil kabiliyeti sıfır mertebesinde olacak kadar sade bir pozisyon alıştan ibaret. Ve o durumda da pozisyon, kürtaja göre alınmıyor, ötekilere göre alınıyor. Onlar kürtaj karşıtıysa biz kürtajın serbest kalmasını istiyoruz ve aksi de doğru.

Meseleyi Cumhuriyetçiler-Demokratlar ikilemi sadeliğinde kavramak zorunda olan ABD vatandaşları için çıkmaz daha da derin. Kürtaja karşı olsanız da mesela devletin sağlık sistemine müdahalesinden hoşlanmayabilirsiniz. O da olmasa, Demokratların paketinde, mutlaka hoşunuza gitmeyen bir şeyler vardır. Neticede mesele Demokrat olmaktan çıkıyor ve Cumhuriyetçi karşıtlığı haline geliyor, Edsall’ın da makalenin sonunda geldiği gibi…

***

Bu haliyle, yaşadıklarımıza kutuplaşma diyebilir miyiz?

Bağlantısını verdiğim diğer makalede Jonathan Rauch, kutuplaşmayı yeniden düşünmekten söz ediyor. Ve yine, eski kavramların bize çok da yardımcı olmadığını görüyoruz. Mesela kimi iddia ediyor ki toplumun ana gövdesinde insanlar eskisine kıyasla daha da kutuplaşmış değiller. Kutuplaşma yukarıda, politik alanda gerçekleşiyor. Başkaları diyor ki, eğer Cumhuriyetçi iseniz, Demokrat bir Başkanın yapıp ettikleri sizin hoşunuza gitse bile karşı çıkıyorsunuz. Böyle davrananlar hep vardı ama hızla arttı.

Aslında yeni şeyler oluyor. Mesela 2016’da Trump’ın veya Clinton’un en az % 60 oy aldığı yerlerde yaşayanların oranı, yüzde 60. Bu oran 2012’de 50, 1992’de ise 40 imiş. Yani? Cumhuriyetçi bölgeler daha Cumhuriyetçi, Demokrat bölgeler daha Demokrat oluyor. Hızla. Kutuplaşma hep vardı ise de, böyle coğrafi bir ayrışma yoktu. Bu yeni bir şey. Benim bakış açıma göre ise, zaten bugün kutuplaşma dediğimiz hal, 1970’lerde kutuplaşma derken kast edilenden farklı determinantı olan bir şey. O dönemin kutuplaşması coğrafi farklılıklara bu kadar hassas değildi.

Belki şöyle oldu: Mobilite imkânları arttı, insanlar daha kitlesel halde kendileri gibi olanların yanına göçtüler. Galip ihtimal şöyle oldu: Şehirlerin olağanüstü bir hızla büyüdüğü şu son otuz yılda, şehirde olmak hem iktisadi ve hem de sosyal olarak insanları zenginleştirdi. Şehirlere gidebilenler, kendi yarattıkları zenginlikten hisselerini aldılar, gidemeyenler geri kaldılar. Yani, Kentucky’deki Cumhuriyetçinin arkadaşı New York’a göçtü ve şimdi Demokrat. Eğer ilki göçse ikincisi kalsa, ilki Demokrat olacaktı ikincisi ise Cumhuriyetçi.

Aslında ne oldu, bilmiyoruz. Büyük çoğunluğun bilmek gibi bir derdi de yok zaten. Aslında her ne olmuş olursa olsun, şimdi Kentucky’de kalmış olan New Yorklulardan, New York’ta kendisine bir yer edinmiş olan da Kentucky’de bırakmış olduklarından nefret ediyor. Şekillenen şey, bilgi üzerinden şekillenmiyor, mezkûr nefret üzerinden şekilleniyor.

Rauch’un paylaştığı başka bir istatistik var. 1994’ten bu yana siyahlar ile beyazlar arasındaki politik duruş farkı değişmedi. Kadınlar ile erkekler, yüksekokul mezunları ile daha düşük eğitimliler arasındaki 1994’teki fark ne idiyse şimdi de az çok aynı. Hatta yaş grupları ve farklı inanç grupları arasındaki politik duruş değişimi bile ihmal edilecek seviyede. Buna mukabil Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki politik duruş farkı 1994’te yüzde 15 iken 2017’de yüzde 36’ya çıktı. Partizanlık döneme rengini veren şey. Esas mühim olan şu ki, partizanlık belirgin ve açık bir ideolojik duruşa işaret etmiyor. Ya neye işaret ediyor? Partizanlığa…

Bu noktada Rauch şöyle diyor:

“Bu noktada enteresan, hatta gerçeküstü bir soruya ulaşıyoruz. Partizanlıktaki artış, en azından bazı sınırlar içinde, gerçekte hiçbir şeye karşı gelmiyor olabilir mi? Mevzuu daha az metafizik terimlerle ifade edecek olursak, yükselen kutuplaşmanın çoğu ideolojik fikir ayrılıklarından değil de kabilecilikten kaynaklanıyor olabilir mi? Her ne kadar tersini bekliyor olsak da, bir partinin taraftarlarından olmanın sağladığı duygusal kimlik ideolojileri belirliyor olabilir mi?”

Ve soruları sorduktan sonra, bu soruları cevaplayabilmek için alet çantamızı klasik siyaset biliminin ötesine zenginleştirip, sosyal ve bilişsel psikoloji gibi alanlardan destek almak gerektiğine işaret ediyor Rauch.

Kesinlikle katılıyorum.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin