Vekalet Savaşları
19 yaşında bir genç kız düşünün. Biyoteknoloji okumak istiyor. Türkiye’de bu alanda eğitim veren kurumları incelemiş ve hiçbirini yeterli görmemiş. Yurt dışında şurada veya burada eğitim görürse uluslararası bir kariyer için iyi bir başlangıç olacağı kanaatine varmış. Oralara kabul edilmenin yollarını arıyor.
Buraya bir virgül koyup işaret edelim. Biyoteknoloji doğru bir tercih midir? Genç kızımızın biyoteknolojiyi tercih etmesine yol açan varsayımları doğru mudur? Hepsi doğru ve gerçekçi olsa, acaba genç kızımıza, onun kişilik özelliklerine, bugüne kadar biriktirdiği altyapıya uygun bir dal mıdır biyoteknoloji? Türkiye’deki kurumlar hakkındaki önyargıları doğru mudur? Velev ki doğru olsa, burada yetersiz bir kurumda yıldız olması durumunda mesela, Manchester’da sıradan bir öğrenci olmasına kıyasla, kariyerinin daha parlak olması ihtimali yok mudur? Seçtiği uluslararası kurumlar sahiden de zannettiği gibi midir, yoksa reklamlara mı kurban gitmiştir genç kızımız? Soruları sayısızca çoğaltabiliriz. Çoğaltmıyor, geçiyoruz.
Genç kızımızın hayalleri “bu ülke adam olmaz, buradan bir an önce kaçmalı” varsayımından kaynaklanmıyor. “Buralıyım, buraya doğru dürüst hizmet etmem için uluslararası alanda rekabet edebilir vasıflara sahip olmam lazım” varsayımına yaslanıyor. Yani? Gidecek, okuyacak, dönecek. Türkiye’ye hizmet edecek.
Yine bir virgül. Giderse ve okursa… Dönecek mi? Şimdi dönmeme fikri asla seçenek olmasa da, oralarda dört yıl boyunca aynı pozisyon değişmeden kalacak mı? Diyelim gitti ve bütün ayartmalara direndi, döndü. Türkiye’de mesleğini icra etmek için uygun şartları bulacak mı? Filan.
Genç kızımız milliyetçi –gençken Ülkü Ocaklarında İl Başkanlığı yapmış, halen aktif sayılabilecek– bir babanın kızı. Dincilerin –başka birçok şeyin yanı sıra– bilime hiç saygı göstermemeleri yüzünden, memleketi perişan ettiklerini düşünüyor. Yani başörtülü arkadaşlarıyla geçinemiyor mu? Ne münasebet! Onlar başka. Başörtülü kızlara tepeden bakmalara da hiç katlanamıyor. Ya Kürtler? Biz bu meseleyi yönetemedik, Kürtlerin bu ülkede hisse sahibi oldukları duygusunu onlara geçiremedik. Çizelim sınırı, kendi bölgelerinde, güneydeki Kürt bölgeleriyle birlikte devletlerini kursunlar. Ya İstanbul’daki Kürtler? E, onlara git desen de gitmezler. Kalsınlar. Alıştık zaten birbirimize…
***
Yukarıda sözünü ettiğim kızımızı bir yıl kadar önce tanıdım. Gerçek biri yani. Biz onunla bunları –ve başka şeyleri, Demirtaş’ı, Gezi’yi filan– konuşurken, babası da yanındaydı ve… Kızıyla gurur duyduğu her halinden belliydi.
Yukarıda iki farklı düzlemi birbirinden ayırt etmeye çalıştım: (a) Varsayımlar ve (b) o varsayımların üzerine inşa edilmiş kararlar. Bu ayrımı önemsiyorum ve genellikle ihmal edildiğini düşünüyorum. Kararın yanlışlığı hakkında hüküm verilirken, hop diye varsayımların geçersizliğine, oradan da kararlara zıplanıp duruyor, filan. Bu iki düzlemin arasındaki farkın ihmal edilmesinin de sayısız olumsuz neticesi olduğu kanaatindeyim.
Genç kızımız kararlarını vermiş, kimini uygulayabilecek, kimini uygulayamayacak. Başarısızlıkları olacak. Başarısızlıkları –veya yeni öğrendiği bazı şeyler– bazı varsayımlarını gözden geçirmeye zorlayacak onu. Varsayımları değişecek ve ilaveten de zenginleşecek. Kararları bu değişime anında uyum sağlayamayacak. Öyle bir hayatı olacak. Hepimizinki gibi. Ve zaten sözünü ettiğim genç kız da biricik bir şey değil, sokakta karşılaştığımız herhangi biri gibi. Aklımda kalmasına sebep olan şey, sağlıklı bir özgüvenle ve düzgün bir Türkçe ile derdini ifade edebilmesiydi. Akranlarının çoğundan farkı, ifade gücüydü, muhteva değil.
Gelelim esas problemimize.
Genç kızımız milliyetçi mi? Eh, bir açıdan bakarsan, dibine kadar milliyetçi. Bütün bir hayatı, bu topraklara hizmet etmek üzere adamış ve bu hizmeti mümkün olan en iyi biçimde yapmak için de plan yapmış. Ama kendilerine milliyetçi diyen başkaları, yurt dışında okuma isteği, Kürt meselesine getirdiği yaklaşım ve saire sebeplerle onu milliyetçi saymazlar. Genç kızımız muhafazakâr mı? Muhtemelen evlenmeden birileriyle birlikte olmaya yanaşmıyordur. Kılığı kıyafeti de –başı açıktı ama– son derece derli topluydu. Ama kız başına yurt dışına gitmeye hevesli. Zaten başı da açık. Öyle uygun bir izdivaç yapıp anne olarak memlekete hayırlı evlatlar yetiştirmekle filan kifayet edecek biri hiç değil. Zaten Gezi’ye de katılmış.
Filan.
Milliyetçilik, muhafazakârlık, sosyal adaletçilik, hürriyetçilik, sosyalistlik… Listeyi ne kadar uzatırsanız uzatın, sonra da bu kavramların kitabi tanımlarını önünüze koyun, herhangi bir kitabi tanıma tam anlamıyla uyacak bir tek insan tanımadınız. En milliyetçi tanıdığınızda bile mesela, milliyetçi denen birinde olmaması gereken bazı tercihler vardı ve olması gerekenlerin bazıları da eksikti. Diğer hepsi için de aynı. Esasen her birimizde milliyetçi bir şeyler var, muhafazakâr bir şeyler var, liberal, sosyalist bir şeyler var.
Siyasi araştırmacılar bizim bazı kararlarımızı/tercihlerimizi ölçüp, o ölçümlerden yola çıkarak varsayımlarımız ve onların altında olduğunu varsaydıkları siyasi pozisyonumuz hakkında çıkarımlarda bulunuyor. O siyasi pozisyonlar önceden, daha araştırma için sahaya çıkılmadan belirlenmiş –işte muhafazakârlık, milliyetçilik, filan. Dolayısıyla da her birimiz, ne tesadüf, o kategorilerden birine düşüyoruz. Kehanet kendisini doğruluyor: “Demek ki memlekette şu kadar milliyetçi, bu kadar Kemalist var” filan. Sonra siyasi partiler o doğrulanmış kehanetlere göre pozisyon alıyor, kehanet bir defa daha kendisini doğruluyor.
***
Bu süreçte yapılan en ciddi hata, bence, insanların siyasi pozisyonlarını bu şemaya göre belirledikleri varsayımından kaynaklanıyor. Yani, “ben muhafazakârlığı tercih ettim, o halde LGBT’ye de karşı olmalıyım” filan gibi akıllar yürütüldüğü zımni bir kabul. Dile getirilmiyor, çünkü dile getirilse ne kadar saçma olduğu anlaşılacak.
Gerçekte iş öyle olmuyor. Delikanlı LGBT kategorisine girecek kimseyi tanımamış. Elinde malumat yok. Malumat eksikliğini varsayımla ikame etmek zorunda –hepimiz gibi. Aile diye bir şeyi ise biliyor ve önemsiyor. “LGBT aileyi tehdit ediyor” dendiğinde “he ya” demesine mani bir şey de yok. Pozisyonunu bir şemaya göre değil, kendisi ile aynı hizada olan LGBT’ye göre belirliyor. LGBT’den nefret ediyor ve sonra da onların karşısında bir siyasi özne arıyor. Bütün bu süreçte de herhangi bir tuhaflık, bir tehdit yok.
Tehdit nerede başlıyor?
O delikanlıya birileri diyor ki, mealen, “LGBT’den nefret ediyorsun ya, senin adına onların hakkından ben gelirim.” Delikanlı LGBT’den rahatsız ya, dolayısıyla onların uluorta yürüyüşünden de rahatsız olmalı. Önünde iki seçenek var. Birincisi, tıpkı LGBT gibi yapıp, kendi LGBT karşıtlığını örgütleyip, LGBT hakkındaki kanaatlerini, karşıtlığını, kamuoyunda yaymaya çalışabilir –LGBT ile kendisi savaşabilir. İkincisi, kendi savaşı için birilerine vekâlet verir, zahmetten kurtulur.
Şimdi Türkiye’de yaşıyor olduklarımızın kaynağındaki esas sıkıntı burada. Siyaset tarafların birbirleriyle hesaplaşmasında bir hakem rolü oynayacak, taraflara birer kavram haritası sunacak, o kavram haritasını zamanın şartlarına göre yenileyecek bir kurum iken, bizzat oyuncu oluyor. Delikanlı da, LGBT karşısında bir yığın zahmetten kurtulurken, oy vererek seçtiği ve güçlendirdiği parti LGBT yürüyüşünü yasaklayıp onun işini onun yerine yapıyorken, bir yığın deformasyona yol açıyor. O delikanlı LGBT ile kendisi dövüşmek zorunda kalsa öğrenebileceklerini öğrenemiyor. LGBT haksızlığa/hukuksuzluğa maruz kalmakla, kendisini yoldan çıkarabilecek bir mağduriyet kazanıyor, siyaset esas işini yapamayacak kadar deforme oluyor ve saire…
Ama esas olan şu ki, öğrenemiyoruz. Dövüşmeyi öğrenemiyoruz, dövüşürken öğreneceklerimizi öğrenemiyoruz. Aslında halimizi futbol düzenimiz son derece güzel özetliyor. Güzel statlar yapıp, çocuklara güzel formalar giydirip sahaya sürüyoruz. Ama hepimizin gözü hakemde, federasyonda. Sahadaki marifet, mücadele filan tali meseleler. Sahadaki oyuncular, teknik direktörler, kulüplerin yönetimleri filan, “ama bakın biz mevcut imkânlarla yapılabilecek olanın en iyisini yaptık, kaybettikse hakem yüzünden” deyip çıkıyorlar. Bu düzenden iyi futbolcu, iyi teknik adam, iyi taraftar çıkar mı? Çıkmıyor.
Sonrası da var.
Süleyman “ben bizi seçenlerin vekili olarak LGBT ile mücadele etmekle de vazifeliyim” diyerek LGBT yürüyüşünü yasakladığında, kanunları çiğnemiş oluyor. Kanunların ta oradan çiğnendiği ülkede, keyfiliğin kural halini aldığı ülkede, bu defa da herkes kendi hukukunu kendisi tesis etmeye kalkıyor, sokak ortasında otomobil üstünde tepinmeye başlıyor.
LGBT ile LGBT karşıtlarının dövüşmesinde bir beis yok. Bu dövüşme, tarafların her ikisinin de kendi meselelerini anlatmaya çalışması şekilde gelişirse… Taraflar sokak ortasında diğerini engellemekle kendisini ispatlamaya kalkarsa, başka bir şey. O başka şey, teknik olarak, ülkenin hukuk sistemi tarafından engellenmiş. Herkes kendisini ifade edebilir ve fakat kimse başkasının kendisini ifade etmesine mani olamaz. Ama iş bu hale gelince (a) ahali zahmete girmek zorunda kalıyor ve (b) ahaliyi zahmetten kurtarma vaadi üzerinden siyaset üretenlerin hayatı zorlaşıyor.
Sonra da… İşte görüyoruz.