Başakşehir ve Şehir
Başakşehir’e bakarken, ne olmuş olduğuna odaklanılabilir. İstanbul’un orasına burasına serpiştirilmiş olan, kendilerine sorarsanız İslami hassasiyetleri yüksek insanlar bir araya gelmişler. Kendilerini iyi hissettikleri bir getto kurmuşlar. Hayatlarını ve çocuklarını zararlı gördükleri şeylerden sakınarak, yaşayıp gidiyorlar.
Başakşehir’e bakarken ne olmuş olduğundan ziyade, ne oluyor olduğuna da odaklanılabilir. Kendilerini andırmayan insanlarla temasları azaldığında bu insanlara ne olur? Terk ettikleri yerlerde bıraktıkları, kendilerini daha az andıran eski komşularına, onlarla temasları seyrelince ne oluyor olabilir? Bu hikâye İstanbul’a ve daha genelde Türkiye’ye ne yapıyor olabilir? Ve saire…
Olmuş olan, her daim, olmakta olanın bir safhası. Mesele şu ki, olmuş olanı teşhis etmek kolay. Olmakta olanı teşhis etmek ise, çoğu zaman, imkânsız.
***
Ayşe Çavdar’ın Müslüman Gettoda Çakma Modernite başlıklı yazısındaki Başakşehir gözlemleri ilginç ipuçları sunuyor. Bir AVM servis şoförü, Çavdar dışındaki bütün yolcularını indirdiğini zannedip Çavdar’la dertleşirken, “Abla bakma sen bunların başörtülerine, Müslümanlıklarına. Hepsinin içine şeytan kaçmış. O kadar diyorum, yükünüz ağır değilse uğraştırmayın beni diye. Yok ama gördüler ya birbirlerinden isteyecekler, illa kapılarına bırakılacaklar” diyor. Çavdar onu teskin etmeye çalışıyor, filan. Derken, anlaşılıyor ki, arkada bir kadın kalmış. İnmeden çıkışıyor şoföre: “Ne söylediğinize dikkat edin, içimize şeytan kaçtığı falan yok, sadece biraz görgüsüzüz…”
Görgüsüzlük?
İnsan görgülü doğmaz. Görgü edinilir. Görgüsüzlük nasıl giderilir? Görgü nasıl edinilir?
Fatih Başakşehir’de İrfan Özet’e konuşan Konya’dan göçmüş biri, 67 yılında şahit olduğu bir şeyi anlatıyor. Çoğu Karadeniz göçmeni olan yeni Karagümrüklü kadınlar sokak ortasında, her daim olduğu gibi, ağız dalaşına tutuşmuşlar. Anlatanın “Osmanlı’dan kalan” diye tarif ettiği ev sahibesi dayanamıyor, penceresinden “A be çocuğum,” diye sesleniyor, “Siz hiç insan içine girmediniz mi? Siz karşılıklı söylediğiniz bu şeyleri yapıyor musunuz? Hayat kadınlığının da bir haysiyeti vardır. Siz geldiniz, hayat kadınlığının bile haysiyetini yerle bir ettiniz. Eğer annemin, babamın aziz hatırası olmasa burada bir gün durmazdım.”
Bu hikâyeyi anlatan kişi de, tıpkı Çavdar’ın anlattığı hikâyedeki “sadece biraz görgüsüzüz” diyen kadın gibi, başkalarını görgüsüz bulanlardan değil, kendilerinin görgüsüz olduğunu bilenlerden. Bu yüzden ekstra manalı bu şahitlikler.
Fatih’te, Karagümrük’te, görgülü nüfus önce Karadenizlilerin gelişiyle kaçmak zorunda kalmış. Bu süreçte o Karadenizliler görgü sahibi olmuşlar, üstlerine Kürtler gelmiş. Belki de Osmanlı’dan kalan ev sahibesinden fırça yiyen Ordulu kadınlardan biri, Kürt kadınlarına benzer laflar etmiştir. Sonra, geride kalanlar, hep birlikte, Romanlara ve şimdi de Suriyelilere benzer laflar ediyorlardır. Zamanla olan, ancak zamanla olabilen şeyler var.
Başakşehir’i bu aksa oturtup değerlendirecek olursak…
Olmuyor.
Fatih’te de bir getto vardı: Sulukule. Ama Sulukule bir tasarı ürünü değildi, zuhur etmiş (emergent) bir çözümdü. Bütün zuhur eden çözümler gibi, şehrin kalanıyla ve yakın komşuluğuyla organik ilişkileri vardı. Başakşehir öyle değil. “Biz Müslümanlar Müslümanca yaşayamıyoruz, Müslümanca yaşayabileceğimiz bir mahalle yapalım” diye tasarlanmış bir şey. Şehrin zamanla oluşmuş bir deseni değil, şehrin üzerine zorla boyanmış bir damga.
Sonrası? Yine Çavdar’a müracaat edelim:
“İki üniversite öğrencisi kızla tanışıyorum Sular Vadisi’nde. Fatih Üniversitesi’nde okuyorlar. İkisi de başörtülü… Sohbet biraz koyulaşınca soruyorum: ‘Başörtüsü sorun oluyor mu okulda?’ Cevap, ‘Hayır, artık olmuyor.’ Sonra yasağın anlamsızlığından konuşuyoruz. Biraz provoke etmek için kendi başörtülü geçmişimden söz ediyorum. Diyorum ki, ‘Bizi (1990’larda) yasaklamakta haklılardı. Çünkü onların sunduklarını reddediyor, başka şeyler istiyorduk. Dünyayı değiştirecektik. İsyan ediyorduk. Ama siz sadece kariyer yapmak istiyorsunuz. Bunda yasaklanacak ne var ki?’ Kızlar çok mutlu duyduklarından, biri ‘Evet ya Ayşe Abla, keşke herkes senin gibi düşünse, çok saçma bu yasak’ diyor.”
Çavdar bu paragrafı, “Elimde değil, utanıyorum” diye bitiriyor.
Neden utanıyor? Utanılacak ne var? Sunulanı reddetmek, dünyayı değiştirmeye kalkışmak, isyan etmek neden sadece kariyer yapmak istemekten daha soylu?
Yanlış anlaşılma olmasın, ben Çavdar’la duygudaşım. Sunulanı reddedenleri, dünyayı değiştirmeye heveslenenleri, isyan edenleri daha sempatik buluyorum. Ama ben öyle buluyorum. Çavdar öyle buluyor. Belki Ümit Kıvanç, Murat Sevinç öyle buluyorlar. İyi de… Bizim öyle bulmamız başka, öyle bulunması gerektiği, öyle bulmayanların utanması gerektiği, öyle bulmayıp utanmayı bile beceremeyenlerin yerine bizim utanmamız gerektiği… O bambaşka…
Başakşehir işte bunları yapıyor. Başakşehir’de yaşayan, kendileri gibilerle iç içe yaşayan, artık kendisini tehdit altında hissetme imkânları kalmamış, dolayısıyla da dünyayı değiştirme hevesi de kalmamış —zaten dünyayı değiştirmiş, kendi hayallerine göre çoktan değiştirmiş— genç kızları sadece kariyer yapmaya yönlendiriyor bir yandan. Bir yandan Çavdar’a “İslamcılığın, eleştirisinden doğduğu moderniteyle girdiği maceradan nasıl bir yenilgiyle çıktığının mekansal ifadesi Başakşehir” dedirtiyor. Kendisini, İslam’ı, İslamcılığı, mekânı, moderniteyi yeniden düşünmeye kalktığında Çavdar’a, “bu değilmiş” demek için eşsiz bir numune sağlıyor.
***
Nesnemizle aramıza biraz daha mesafe koyup yeniden değerlendirelim.
İstanbul’un orasına burasına serpiştirilmiş, kendilerini yakın çevrelerinden İslami hassasiyetlerinin daha yüksek olmasıyla farklı hisseden insanlar vardı. Gündelik hay huy içinde İslam nedir, İslami hassasiyeti daha yüksek olmak ne demektir gibi sorular üzerinde kafa yormaya fırsatları olduğundan değil. Mesela kızlarının mini etek giymesini istemiyorlardı. Sokağa çıktıklarında mini etekli kızlar görmek istemiyorlardı. Belki komşuları da kendilerinin rahatsız olduğu şeylerden rahatsızlardı ama onlar kadar rahatsız değillerdi. Filan.
Yoksa! Moderniteyle hesaplaşmak filan, haşa! O Çavdar’ın kendi kuruntusu. E evet, o başörtülü genç kızlar Çavdarlarla yan yana durmuşlardı ama onlar Çavdarları bulmuş değillerdi. Çavdarlar da onları bulmuş sayılmazlar. Gündelik hayatı tanzim etme gücünü elinde bulunduranlar, tarifleri yapanlar, kendi makbul vatandaş tariflerinin dışında kalan herkesi yan yana getirmiştiler.
Mesele, her daim olduğu gibi, tariflerde yatıyor. Her tarif, kaçınılmaz olarak dışlama demektir. Türk dediğiniz özneyi mesela, her nasıl tarif ederseniz edin, esasında ne olmadığıyla tarif ediyorsunuz demektir. Eğer elinizde kudret varsa ve kaynakları kendi tarifinize göre dağıtmaya kalkarsanız, dışarıda kalanlar, kendi aralarındaki bütün farklılıkları ihmal ederek bir araya gelirler. Türk, Türk olmayana karşı olur yani. Ama Türk olmayan, esasen, tarifli bir şey değil. Bir şeyin tarifi değil.
Başakşehir, şehrin orasına burasına serpiştirildiklerinde tarifli olmayan, sokakta karşılaşacağı görüntüleri belirlemeye gücü olmayan birilerinin, sokakta karşılaşacağı görüntüleri belirlemeye gücü olmayan başkalarından da ayrılarak kurdukları, kendilerini ve dünyayı tarif etmeye güçlerinin yettiği bir mekân. Daha önce aynı kudret odağının taarruzu altındayken pekâlâ yan yana gelebildikleri, dayanışma sergileyebildikleri o başkalarına hâlâ aynı şekilde davranmayı sürdürmelerini beklemek safdilce değil mi?
Neticede her şey politik.
Sokakta karşılaşacağınız görüntüleri belirlemeye gücünüz var veya yok. Her şey bu kadar sade, binary. Eğer gücünüz varsa başka, yoksa başka birisiniz. Çünkü gücünüz varsa tarifleri siz yapıyorsunuz, kaçınılmaz olarak birileri dışarıda kalıyor. Dışarıda kalanlar, mesela Kürtler, Aleviler, Romanlar, inançsızlar, eşcinseller filan oluyor. Yani kimi etnisitesiyle, kimi kültürüyle, kimi inancıyla, kimi cinsel tercihiyle dışlanmış ama hepsi dışarıda. Güç sizin elinizde değilse, tarifleri başkası yapıyorsa, siz dışarıdasınız. Sizin gibi olmayanlarla birlikte.
Durum asimetrik, ifade edebildiğimi ümit ediyorum.
Bir de şöyle deneyeyim ama: Kürtler devlet kurduğunda mesela, şimdiki müttefiklerinin büyük bölümü öteki olur. Kürtlerin devletinin Kürtlüğü nasıl tarif ettiğine bağlı olarak ötekilerin kim olduğu değişebilir ama birilerinin öteki olması hali değişmez. Eşcinsellerin eline güç geçer de şehrin bir bölümünü ele geçirirlerse, Hamburg’da, Chicago’da filan olduğu gibi, şimdi yan yana durdukları birçok kişi karşıda kalır.
***
Dönelim Başakşehir’e…
Başakşehir biçimsiz bir yer. İçinde yaşayanları modernleştirdiği için değil.
Bu arada hatırlatmak gerekiyor, modernite denen şeye ben de karşıyım. Ama bir vakittir moderniteyi, mesaimi ona karşı olmaya harcayacak kadar önemli bulmuyorum. O öldü zaten. Başakşehir’de Çavdar’ın gözlediği şeyler de modernite filan değil. Bana kalırsa, gözlemlerini aktarırken istihdam ettiği lisanın arkasında kendisini hissettiren özcülük, durumu akışın önüne koyuş ve saire unsurlarla Çavdar, Başakşehir’de gözlediği insanlardan daha modern. Elbette modernist değil ama modern.
Başakşehir de modern bir proje —proje olması zaten modern olması için kâfi. Mesele şu ki, içinde yaşayanları modernleştiriyor değil. Zaten modernleştiremez. En modern kurban kesim alanlarına, en modern devlet hastanelerine sahip olabilir. O en modern kurban kesim alanlarında kesilen kurbanlar komşulara değil de cemaatlere giderken, modern cemaatlere giderken, esasında, modernlik berhava oluyor. Çünkü “kurban şunun içindir, şöyle paylaşılmalı” yargıları, dünyaya modern bir perspektifle bakmakla üretilebilir. Modern devlet hastanesinin bekleme mekânlarındaki hiyerarşi modern değil, çünkü modernlik bütün hiyerarşilerin yukarıdan formatlanabileceği iddiasıydı bir yandan…
Başakşehir Başakşehir’de yaşayanları modernleştirmiyor ama değiştiriyor. Görgü sahibi yapıyor mu? Herhalde yapıyordur. Ama yine de biçimsiz bir yer. O aynı insanlar şehrin orasında burasında yaşasalardı da değişeceklerdi. Öyle değişselerdi, şimdi değiştiklerinden başka türlü insanlar olacaklardı. O başka insanların şimdi zuhur etmiş olanlara kıyasla, gelecekte hayatta kalma imkânları daha fazla olacaktı. Şehir, netice itibariyle, dünyanın nabzına senkron bir nabza sahip. Başakşehir o nabızdan nasibini almıyor. Veya… Yeterince almıyor diyelim.
Dolayısıyla Başakşehir, Başakşehir’de yaşayanlara kötülük yapıyor.
Başa dönüp bitireyim. Başakşehir’de yaşayanlar, anlaşılan o ki, ne olmuş olduğu ile ziyadesiyle tatmin olmuş haldeler. Olmuş olana bakıp, tatmin üretiyorlar. Hâlbuki olmuş olanın bir kıymetiharbiyesi yok. Olmakta olan var ve Başakşehir, Başakşehirlileri olmakta olandan yalıtarak, Başakşehirlilere çok büyük fenalık yapıyor.
Başakşehir’e gitmiş olanların geride bıraktıkları boşluk da şehir açısından, şehrin kalan nüfusu açısından bir hasar ama… Şehirler yaşarlar. Yani kendilerini onarırlar.