Çoruhlaşma

Açılın, dünyanın en eski paradokslarından birini çözüme kavuşturmaya geldim.

Paradoksumuzun Murat Sevinç tarafından dile getirilmiş hali şöyle : ”Tarihte liderlerin/kişilerin rolü her zaman tartışılır. Bazı tarih okumaları kişilere gereğinden fazla önem verirken, bir diğeri olup biteni tümüyle sosyal-sınıfsal çatışmalarla açıklama eğilimindedir. Herhalde doğru yorum, her iki yaklaşımı birlikte düşünmek olur. ‘Toplumların tarihi, sınıf çatışmalarının tarihidir,’ varsayımı doğru olmasına doğru da, örneğin Lenin o kadar erken ölmeseydi (ve devrim Stalin’e kalmasaydı!), herhalde Bolşevik Devrimi’nin kaderi farklı olurdu. Toprağımızda, Mustafa Kemal’in liderliğini ve asker/siyasetçi olarak niteliklerini yadsımak mümkün mü? Gandi olmadan Hindistan? Churchill olmadan II. Dünya Savaşı?”

Cevaba geçmeden başka sorular sorayım ben. II. Dünya Savaşı olmadan bir Churchill olabilir miydi? Veya bir şeyler olsaydı da Osmanlı Cihan Harbine girmeyeydi, Sevr filan olmayaydı, Mustafa Kemal diye biri olacak mıydı? FDR’nin, hak ettiğini düşündüğü izi tarihte bırakabilmek için bir büyük savaşa ihtiyaç duyduğu söylenir, Theodore Roosevelt’in de, kendi döneminde bir büyük savaş çıkmamasına hayıflandığı… Haksız mı idiler?

Hemen bütün paradokslar gibi mezkûr paradoks da, özcü varsayımlardan kaynaklanıyor. Mustafa Kemal diye biri yoktu. Yani bir Mustafa Kemal vardı elbette ama… Mesela işgal altındaki İstanbul’a döndüğünde “geldikleri gibi giderler” diyen Kemal, sadece birkaç yıl sonra 26 Ağustos’ta ordularına hücum emri veren Kemal’den bambaşka biriydi. O ilk Kemal’de ikincinin olabilirlikleri saklıydı, evet. Ama daha sayısız başka olabilirlikler daha saklıydı.

Güncele gelelim. 1994’deki Erdoğan’da bugünkü Erdoğan bir olabilirlik olarak vardı, evet. Ama bambaşka olabilirlikler daha vardı. 1990’larda Türkiye’nin geniş kesimlerinin ayranı kabarmıştı. Kendisini kendi evinde sığıntı gibi hisseden milyonlarca insan vardı ve ciddi ölçüde enerji kazanmışlardı. O insanları biçimsiz bulan, onlara tarihin bir öznesi olmayı yakıştıramayan, kerameti kendinden menkul bir takım adam ve kadınlar neoliberalizmin büyük projesi, yeşil kuşak, BOP ve saire gibi derin kavrayışlarla (!) açıklamış olduklarına inanıyor olsalar da, esas olarak Erdoğan’ı o milyonlarca insan yaptı. Adım adım yaptılar.

Mesele şu: Churchill kendisinden yapılmak isteneni olmaya zaten talipti, Kemal öyle, Hitler öyle, Erdoğan öyle. Ama her bir hikâyenin her anında sayısız olabilirlik vardı. Sakarya Meydan Muharebesinden sonra mesela, meclisi kapatmak da mümkündü —yani meclisi kapatan bir Kemal de… O olabilirliklerin arasından sıyrılıp gerçekleşenlerin hiçbiri, öyle sonradan bakıldığında zannedildiği gibi, kolayca yapılmış tercihler değil. Her biri sayısız tereddüdün içinde seçilip çıktı.

Galiba işaret etmek şart, sayısız olabilirliğin olması başka, her şeyin mümkün olması başka. Yani Kemal mesela, belki kendisini halife ve sultan ilan edebilirdi ama sosyalist bir düzene teşebbüs edemezdi. Toplumun —Kemal’i Kemal yapan toplumun— dinamikleri ilkine itiraz etmezdi, ikinciyi kabul etmezdi. Ve yine işaret etmek şart gibi görünüyor ki, seçenek uzayının sınırlı bir alan olması, o alanda sayısız seçeneğin olduğu gerçeğine muhalif bir hal değil.

Dolayısıyla toplum imkânları bahşeder, sınırları tayin eder ama yolu açan ve yürüyen fertlerdir. Ve… Birbirini çok andırıyor görünen iki seçeneğin her biri, bir diğerinden çok farklı neticelere sevk edebilir toplumu —malum, başlangıç şartlarına hassaslık hikâyesi.

***

Bu zeminin üzerinde, bizi bugünlerde esas ırgalayan meseleye bir defa daha dönebiliriz.

Tarihin hızlı aktığı dönemlerde, 1930’lar Almanya’sı gibi yerlerde, hem Almanya ve hem de Hitler, karşılıklı olarak birbirlerini değiştirerek, çok hızlı değiştirerek, başladıkları noktalardan çok başka yerlere doğru sürüklenebilir. Durumu kavramak için, düşük eğimli bir zeminde menderesler çizerek ağır ağır akan Büyük Menderes’in akışı ile olağanüstü kot farklarını kat etmek zorunda olan, dolayısıyla sıklıkla köpürüp duran Çoruh’un rejimi arasındaki fark yardımcı olabilir. Menderes’in dünyasında Gandi de olamazsınız, Kemal de, Hitler de, Churchill de… Roosevelt’in idrak ettiği buydu.

Büyük Menderes. Başlık resmindeki Çoruh’tan çok farklı.

Menderes’in akışının önüne devasa mânialar çıkarsanız, mesela kilotonlarca dinamit patlatıp güzergâhı imkânsız hale getirseniz, Menderes yine öncekini andıracak tembel bir güzergâh bulup akacak.  Çoruh’un rejiminde ise öyle tonlarca dinamit lazım değil, bir büyük kayayı nehrin yatağına yuvarlayabilseniz, akla gelmeyecek yerlere yönelebilir Çoruh.

Türkiye, 1970’lerde değil ama 1990’larda, gerçek anlamda Çoruhlaşmıştı. Hikâye uzun. 1970’lerdeki gençlik hareketleri, esasen, toplumun gerçek dinamiklerinden uzak, uluslararası bir hesaplaşmanın ülkeye izdüşümünden ibaret şeylerdi. Ama alttan alta, usul usul, ülkenin kot farklarını yeniden biçimlendiren şeyler olup duruyordu. Bir yanda olağanüstü hızla gerçekleşen şehirleşme, bir yanda zenginliğin nispi olarak daha eşitlikçi paylaşımını gerçekleştiren orta sınıflaşma ve öte yanda şehrin ve diplomanın tekeli üzerinden edindiği imtiyazı sürdürmeye kararlı, bu hususta hiçbir mani tanımayacağını göstermiş bir küstahlık…

Erdoğan, müesses nizamın bu Çoruhlaşmayı idrak edememesi —ve ona uygun alternatif siyasetlerin üretilmesi yerine Çoruhlaşmayı daha da derinleştirecek işleri pervasızca işlemesi— neticesinde mümkün oldu. Ama dikkat isterim, 2002’de Erdoğan’ı icat eden toplumsal kesimlerin derdi, bugün ne pahasına olursa olsun Erdoğan’ın peşinde olan kesimlerin derdinden çok başkaydı. Erdoğan’ı icat eden kesimler, sadece on yıl içinde, ciddi ölçüde değiştiler —Erdoğan onları değiştirdi. Erdoğan da bu süreç boyunca, başlangıçta aklına bile gelmeyecek tercihler yaptı —toplum Erdoğan’ı değiştirdi.

Erdoğan “çözüm süreci” dedi, milyonlar peşinden gitti, savaşı daha önce hiç olmadığı kadar şiddetlendirdi, aynı milyonlar peşinden gitti. Hemen her hususta benzer misaller bulunabilir ama sadece bu misal bile kâfi, Erdoğan ve toplum, bir tek kayanın yatağına yuvarlanmasıyla bambaşka yataklar bulabilecek kadar Çoruhlaşmış durumdalar. Ve bir tek bu misal bile kâfi ki, toplum sayısız olabilirliği içinde barındırıyor.

Sonra…

Memleketimin okumuş yazmışları bu tabloya bakıp, toplumun özünde biat etmenin mevcut olduğu ve saire gibi kavramlarla olup biteni açıklıyorlar ve… İşleri bitiyor. Huzur içinde uyuyorlar.

***

Eğer tarihçi olsaydık ve içinde yaşadığımız dönemler de tarih olsaydı, Türkiye’nin kendi başını fena halde belaya sokacak tercihleri yaptığı neticesine varacaktık muhtemelen. Neden böyle oldu?

1930’lar Almanya’sının usul usul, tembelce, menderesler çizerek akıp gitmesi imkânsızdı. Birinci Savaşı bitiren anlaşmalar hesapsızca küstah ve kibirliydi. Almanya nehrinin kaynağını kurutmamış ama makul yatakların neredeyse hepsini imkânsızlaştırmıştı. Almanya şelaleler halinde dökülmeye başladı. Ama meseleyi hep yapıldığı gibi sadece Hitler’e bağlamak, budalalıktan başka şey değil. Hitler’in karşısına, Hitler’in sıkletinde, Almanya’nın toplumunun enerjisini hisseden herhangi bir aktör çıkmadı/çıkamadı. Yoksa, Almanya’nın enerjisi bambaşka kanallardan da akıtılabilirdi.

1990’lar Türkiye’sinin de mendereseler çizerek akacak hali yoktu. Ama ille de Erdoğan’ın peşinden sürüklenmesi gerekiyor değildi. Hep verdiğim misali tekrarlayacak olursam, mesela 2005’te Erdoğan’ın karşısına 65 yaşlarında bir Demirel çıksaydı, Erdoğan diye bir adam olmazdı. Oldu ve var. Çünkü topluma alternatif bir yatak teklif eden ve bunu toplumun hassas noktalarını bilerek topluma sunan bir başkası çıkmadı. Memleketimin pek akıllı insanları da, gördükleri manzarayı, BOP, yeşil kuşak, toplumun biat kültürü ve saire gibi kavramlarla açıklayıp, tatile çıktılar. Öyle baş başa kaldıklarında da toplum ve Erdoğan, aha işte bu manzarayı inşa ettiler.

Daha da uzamasın, devam ederiz. Tekrarlayarak bitireyim: Türkiye bambaşka olabilirlikleri içinde barındıran bir toplumdu —diğer bütün toplumlar gibi— ve hâlâ öyle. Kendileri ve toplum için daha makul olabilirlikleri hayata geçirmek için gereken yaratıcılığı sergileyip gereken riskleri alan özneler olmadıkça —başka bir deyişle toplumun başka olabilirlikleri hayata geçirme hayaliyle peşine düştükleri özneler gereken yaratıcılığı sergileyip gereken riskleri almadıkça— işler böyle gelişir.