Değişince…

Klasik misali hatırlayalım, bir fincan kahveyi masanızın üzerinde unutursanız, zamanla kahve ile oda arasındaki sıcaklık farkı ortadan kalkar. Kahve soğur, sıcaklığı oda sıcaklığına yakınsar.
Oda sıcaklığı? Odanın her yeri aynı sıcaklıkta mı? Değil. Ama aradaki farkları ihmal edebiliriz. Ne de olsa, kahve misali de bize gösteriyor ki, yeterince zaman verilirse, aradaki bütün farklar ortadan kalkacak. Mevcut farklılıklar arızi…
Kahve ile oda arasındaki sıcaklık farkının zamanla ortadan kalkması, İkinci Kanunun tipik tezahürlerinden biri. Aynı kanunun muhtelif neticelerine sıklıkla şahit oluyoruz. Her şeyin benzer şekilde davranacağı varsayımımızın da bu gözlem sıklığından beslendiğini düşündüm uzun süre. Lakin aksine misallerle de benzer bir sıklıkla karşılaşıyoruz. Dağın bu yamacı yemyeşilken mesela, arkasına dolaştığımızda çorak bir zeminle karşılaşabiliyoruz. Yolun sol tarafındaki yamaç bembeyaz karla kaplıyken, sağ tarafta yeşil bir örtüyü görebiliyoruz.
Ama yeterince zaman verilirse… Aradaki farklar ortadan kalkacak, öyle değil mi?
Öyle mi?
Ne kadar zaman yeterince zaman mesela? Birkaç milyar yıl geçmiş olması yetmiyor mu? Esasen zaman geçiyor ve dün bütün yamaçlar sapsarı iken, sonra hepsi karla kaplanıyor ve fakat karlar hepsinde aynı anda erimiyor. Sonra, son kar kalktığında da yamaçlar birbirinin aynı olmuyor. Bu defa da aralarında başka farklar beliriyor.
Tabiat mütemadiyen farkları ortadan kaldırırken, bir yandan da mütemadiyen fark yaratıyor. Ama biz işin sadece bir yanını genel kural olarak görüyoruz. Çünkü —bir vakittir bana öyle görünüyor ki— (a) farkların ortadan kalkmasını dile getirmek, farkların zuhur etmesini dile getirmekten daha kolay, (b) farkların ortadan kalkması kötümserliği besliyor ve insanlar kötümserliğe daha yatkın ve (c) Parmenides’ten mülhem ebediyet fikri, ebedi olanın mevcut olduğu ve ebedi olanın tercihe şayan olduğu fikri, insanoğlunun düşünce dünyasını fena halde zehirlemiş durumda. “Tamam yani, tabiat bir yandan da fark yaratıyor olabilir ama bütün farklar ortadan kalkıyor olduğuna göre, ebedi zamanda onlar da ortadan kalkacak.”
Mevzum İkinci Kanun değil —onu defalarca tartıştım. Mevzum değişim. Bilhassa da sosyal değişim, kültürün değişimi. Çin’i Çin yapan, bir Çinliyi, bir Amerikalıdan ayıran, farklılaştıran şeyin değişiminden söz ediyorum. Kissinger’ın ve Runciman’ın geçen gün sözünü ettiğim yaklaşımları, Çin’i Çin yapan bir şeylerin mevcudiyetine gönderme yapıyor. Benim “Çinlilerin alım gücü yükselecek ve Çin değişecek” iddiam ise, “alım gücü yükselen her toplum benzer safhalardan geçer, Çin için de öyle olacak” gibi zımni bir ima barındırıyor —okuyan öyle anlıyor, ben dememiş olsam da.
Gerçeklik arada bir yerde. Çin değişiyor, değişti, değişecek. Ama “Çin değişecek” demek, “değişip çevresiyle aynı sıcaklığa gelecek, arada fark kalmayacak” demek değil. Hep farklı bir şey olmayı, muhtemelen dünyanın kalanından çok farklı bir şey olmayı sürdürecek ama şimdiki gibi de kalmayacak.
Kültür ne?
Mesela filanca tarih Finliler için falanca tarihten mühim. Ama Finlilerin hiç önemsemediği bir tarih de Hintliler için mühim. Falanca yer Finliler için, filanca yer ise Arjantinliler için özel. Kültür biraz, zamanı ve mekânı işaretleyen şeyler. Daha genelde zaman ve mekânla ilişkinin nasıl kurulduğu kültürün bir bileşeni. Ama bir kenara kaydedelim, mezkûr işaretler birbirini dışlayan bir anlayışla paylaşılmış değil. Arjantinliler şu tarihi İtalyanlarla, bu tarihi ise Uruguaylılarla birlikte kutluyor olabilirler.
Nasıl giyinildiği, neyin yendiği, mekâna nasıl biçim verildiği, hangi müziğin dinlendiği ve saire gibi sayısız unsur da kültürün bileşenleri. Evlilik ritüelleri, cenaze ritüelleri, yeni doğana nasıl muamele edildiği, keza… Üretim ilişkileri, özlemler, beklentiler, adalet anlayışı, örgütlenme biçimleri…
Sizi yormayayım, zamanla, mekânla, tabiatla, doğumla, ölümle ve diğer insanlarla ilişkilerimizde kolaylaştırıcılık sağlayan heuristicler bütünü kültür. Bir fert olarak vermek zorunda olduğumuz kararlarda her şeyi sıfırdan, en baştan düşünmek mecburiyetinden kurtarıyor her birimizi. Ve havadaki nem veya hava sıcaklığı nasıl lokal özellikler sergiliyor, nem ve sıcaklık farklılıkları nasıl varlıklarını sürdürebiliyorsa, kültür farklılıkları da sürüyor. Kültürler birbirine temas ettiğinde, tıpkı sıcak madde ile soğuk maddenin temasındaki ısı transferi gibi transferler oluyor ama aradaki farklar anında —hatta çok uzun süre geçse de— ortadan kalkmıyor. Belki yeterince zaman olsa ve başka hiçbir etkileşim olmasa, birbirine temas eden iki kültürün arasındaki fark ortadan kalkacaktır ama arada başka etkileşimler oluyor.
Britanyalılar, Fransızlar ve Almanlar modernliği birlikte yaptılar. Başlangıçta aralarında bir takım farklılıklar vardı. Dünyanın kalanından çok uzaklara gittiler, daha önce hiç gidilmemiş yerlere. Dünyanın kalanının onların arasındaki farkları fark edemeyeceği kadar uzaklara… Bu arada başlangıçtaki hallerinden de olağanüstü farklılaştılar. Ama aralarındaki farklar ortadan kalkmadı. Hatta belki derinleşti ama kesinlikle çeşitlendi.
Ve üstelik Almanlar da Almanlara benzemiyor. Münihliler ile Frankfurtlular arasında da muazzam farklılıklar var. Ama öte yandan her iki grup da Alman işte… Ulus devlet Münihliler ile Frankfurtluları aynılaştırmadı, aksine aralarındaki farklılıkları derinleştirdi.
Meselenin kaynağının, doğru kültür diye bir şeyin mevcut olmamasında yattığını düşünüyorum. Daha doğrusu, doğru kültür diye bir şey yokken varmış gibi yapılmasında, varmış zannedilmesinde, varmış kabul edilmesinde… “Türkler otoriteyle şöyle ilişki kurmasalar” mesela…
Türklerin otorite ile kurdukları ilişki sahiden varsayıldığı gibi mi? Bütün Türkler bütün otoritelere boyun mu eğiyor mesela —Britanyalılar otoriteleri dizginlemek için fedakârlıklarla bulunurken Türkler öyle yapmıyor mu? Gerçeklik öyle değil. Türkiye üniversiteleri ile Britanya üniversiteleri arasındaki fark —daha doğrusu Türkiye’nin en iyi üniversiteleri ile Britanya’nın en iyi üniversiteleri arasındaki fark, çünkü sıradan olanlar o kadar da farklı değil— kültürden de kaynaklanmıyor zaten. Mesele, Oxford ve/veya Cambridge’de grafik aşağı doğru gitmeye başlarsa, kurumları yönetenler hesap vermek zorunda kalıyor. ODTÜ veya Boğaziçi’nde işler yolunda gitmiyorsa, orta öğretim sistemi, bütçe kifayetsizliği ama özellikle de kültür bir mazeret teşkil edebiliyor. Otorite hesap vermek zorunda değil Türkiye’de ve bu Türklerin kültürel olarak otoriteye boyun eğme alışkanlıklarından kaynaklanmıyor.
Defalarca değindim, Batı’da seçim kaybeden partinin lideri istifa ediyor. Çünkü etmezse istiskale uğrayıp indirilecek. Çünkü partinin içinde ona meydan okuyabilenler var. Efendice ayrılmak lehine. Türkiye’de öyle bir mekanizma kurmuşsunuz ki, parti içinde başkaldırma potansiyeli olan kim varsa, lider ortadan kaldırabiliyor. Nitekim kaldırıyor. Yani bu ülkede de otoriteye meydan okumaya meyyal insanlar var ama senin mekanizman onların aleyhine kurulmuş. Kültürel olarak öylesi talep edilmiş değil, zor kullanarak öyle kurulmuş.
Öyle kurulmasının neticeleri olmuş, kültür de o neticelerden hissesini alıp değişmiş/değişiyor. Ama ne esasen nasıl bir şeydi olduğu ve ne de nasıl değişiyor olduğu —ilaveten, neden öyle değişiyor olduğu— Türkiye’nin gündemine girmiyor. Çünkü başımıza gelen her bir musibetin toplumun kültüründen kaynaklanıyor olduğu açıklamasıyla yetinmemizi istiyor her türlü otorite. Sadece ve özellikle siyasi otorite de değil, bilhassa akademik/kültürel otorite.
Neticeten…
Çin değişiyor, değişecek. Değişip ABD olmayacak. Çin’in değişmesi ABD’yi de değiştirecek —zaten değiştiriyor. Dünya daha iyi bir dünya olacak. Çünkü Çinlilerin alım gücü yükselecek, ABD’nin hegemonyası zayıflayacak —ABD daha az tayin edici olacak, birçok hususta daha dışa bağımlı hale gelecek. Zaten oluyor bunlar.
Dünya daha iyi bir dünya oluyor. Eh, olması gerektiği kadar iyi olmuyor birilerine göre. Onların masa başında kurdukları Matrix’lere pek benzemiyor mesela. Dünyanın mevcut halini dünkü dünya ile değil de kafalarındaki muhayyel dünya ile kıyaslayınca, hiçbir şeyden memnun olmamaya hakları oluyor. Ben de dönüp dönüp sormak zorunda kalıyorum: Referansınız ne?