Dinin Sonu mu?
YouTube’da Celal’e birlikte yaptığımız videoların birinin altına, bir izleyici, “okul kadar din de boşa çıkmadı mı” diye yorum yapmış. Bu hususta düşündüklerimi burada paylaşmak daha uygun göründü.
Okul, yani bildiğimiz manada okul, son derece yeni bir teknoloji. Çok eskilerde de bugünden bakıp okul dediğimiz kurumlar var ama onlar,
- önceden ve merkezi bir biçimde belirlenmiş bir müfredatı her yıl yeniden üretmiyorlardı, dersi veren otonomdu ve ne anlatacağına kendisi karar veriyordu,
- talebenin —yani talep edenin— tamamlaması gereken, önceden belirlenmiş bir program yoktu, hocasını seçmek konusundaki tek sınırı, seçtiği hocanın onu kabul etmesi idi,
- hoca öğrencilerini seçebiliyor, ihtiyaç duyduğunda bireysel olarak muamele edebiliyordu,
- okulun verdiği sertifika gibi bir şey —eğer varsa— bir imtiyaz sağlamıyordu.
Yukarıdaki farklılıklar çoğaltılabilir. Neticede standart, yoğunlaştırılmış, senkronize bir faaliyet yoktu. Okulu, bugünden bakınca okul gibi görünen önceki formlardan ayıran husus, eğitimi fabrikalaştırmış olması. Bu haliyle son derece yeni bir şey.
O son derece yeni şey, kurulup yaygınlaşmasını müteakip çok parlak bir dönem yaşamış olsa da, ciddi bir kriz yaşamadan çaptan düşmeye başladı. Çaptan düşmesi yeni bir hal de değil, 1960’lardan bu yana sürekli olarak irtifa kaybediyor. Dolayısıyla okulu, binlerce yıldır sayısız büyük ölçekli krizle baş edegelmiş din ile mukayese etmek bence doğru olmaz.
Din dediğimiz müessesenin karşıladığı ihtiyaç her neyse, o ihtiyacın evrensel olduğu görülüyor. Hem bütün zamanlarda geçerli olmak manasında ve hem de bütün kültürlerde/mekânlarda geçerli olmak manasında evrensel. Bizim büyüdüğümüz dönemde dinin, insanların yerleşik düzene geçmesinin neticesinde zuhur etmiş olduğuna dair bir teori rakipsizdi. Göbeklitepe bu varsayımı sarstı. Öyle görülüyor ki, kendisine müessese denmesini hak edecek en eski şey din.
Din dediğimiz müessesenin zaman içindeki değişimi de, benim diğer alanlarda mevcudiyetini ısrarla işaret ettiğim karmaşıklaşma istikametinde. Tanrı’nın tekleşmesi karmaşıklığı azaltmıyor, artırıyor. Çünkü bu süreç içinde muhtelif Olympos’lardan çıkıp her yere yayılan, müşahhas bir şey olmaktan çıkan Tanrı, bir yandan her şeye gücü yetmeye başlayan bir özne olurken, bir yandan da insan teklerine daha geniş bir karar alanı açıyor.
Bu hususta en sıklıkla kullandığım misal, Musa ile Oedipus arasındaki benzerlikler ve farklar. Herhalde daha önce burada da yazmış olmalıyım ama özetle tekrarlayayım. Bana öyle görünüyor ki Antik Yunanlılar Oedipus trajedisini Musa kıssasından ilhamla üretmişler. Ancak Oedipus öyle bir dünyada yaşıyor ki, tercihi her ne olursa olsun, babasına kızan Tanrının kendisine kurduğu komplodan kaçma şansı yok, kaderi önceden belirlenmiş. Hâlbuki Musa kıssasında Firavun, müneccimlerin kendisine bildirdiği kaderinden kaçınmak için defalarca fırsat buluyor. Ortada bir komplo yok, kendi dünya kavrayışının, kendi tercihlerinin neticesinde geliyor başına gelen.
Karmaşıklaşma süreci boyunca dinler, kimsesizlerin kimsesi olmuşlar. Sessizleri ses sahibi kılmışlar. Kalabalıkları oyunun seyircisi olmaktan çıkarıp oyuna katmışlar. Sonra birileri o dinin Kilisesini kurmuş, tahakkümü yeniden tesis etmiş. İnsanlar kendi kararlarını verebilir olmaktan çıkıp, kararlarını otoritesini dinden alıyor görünen öznelere ihale eder hale gelmişler. Sonra başkaları bu otoritelere dinin içinden —nadiren de dışından— itirazlar üretmişler. Dinler güncellenmiş ve… Değişerek hayatta kalmışlar. Değişebildikleri için hayatta kalmışlar.
Şimdi içine düştükleri krize cevap üretip üretmeyeceklerini bilmiyoruz. Dolayısıyla dinin sonunun geldiğini ilan etmek, bana kalırsa acelecilik olur.
Ancak kendi kavrayışım çerçevesinde şunu emniyetle söyleyebilirim ki, eğer dinler inananlarının malı haline getirilemezse, eğer kerameti kendinden menkul bir takım otoriteler dinleri temizlemeyi, neyin din olup neyin olmadığını belirlemeyi sürdürebilirlerse, evet, din denen müessese ömrünü doldurmuş olacak. Ama unutmamak gerekiyor ki dinin/dinlerin mevcut krizi, esasen, Aydınlanma’nın krizidir. Çünkü mevcut dinler adına kendi otoritelerini sürdüren bütün özneler, özünde Aydınlanmacı akıllarla maluller. Türkiye’de Diyanet İşlerinin hemen bütün tasarrufları öyle ama esas ve en Aydınlanmacı özne Gülen idi.
Türkiye’de bir yandan Diyanet ve öte yandan Gülen tarafından, insanlığın geliştirebildiği en dağıtık ve en demokratik bilgi sistemi, Aydınlanma aklından aldığı ilhamla, en merkezi, en mütehakkim bilgi sistemi olarak örgütlendi. Standart Cuma hutbelerini, merkezi ezanları filan aklınıza getirin.
Galiba belirtmek gerekiyor, “en demokratik bilgi sistemi” derken, siyasal manada demokratik sistemlere önayak olan bir şeyden söz etmiyorum. Neticede herkesin kendisine göre yorumlayabildiği, yorumlarını beğenmediği kişilerden uzaklaşabildiği bir sistemdi İslam. En mütehakkim siyasi sistemlerde bile öyleydi. Şimdi merkezi yorumlar dışındaki yorumlara hayat hakkı tanınmayan bir safhaya gelindi. Yani İslamcılar İslam’ı hadım etti.
Ancak tekrarlayayım, bütün dinler defalarca bu tür krizlere düştüler ve her defasında yenilenerek çıktılar. Şimdi bir defa daha bunu başarıp başaramayacaklarını bilemeyiz. Ben bilmiyorum en azından.